Gün batımına yakın bir vakitte, Cennet Tepesi’nden Ayvalık’ın merkezine doğru eski taşlarla örülü dar sokaklardan bir sağa bir sola döne döne iniyoruz. Yaz havasının çoktan yerleştiği şehirde, Rumlardan kalma eski evlerin şimdiki sakinleri kapılarının önlerinde komşularıyla ve yoldan geçenlerle sohbete dalmış. Her evin girişinde, penceresinde, sokak taşlarında kedilerle karşılaşıyoruz. Bu sokaklar sanki ilginç bir akustiğe sahip; öyle ki, iki sokak ötede kalacağımız otelden sesimiz duyulmuş gibi. Aracımızı çektiğimiz otoparkın işletmecisinin söylediği gibi: 'Merak etmeyin, sizi bekliyorlar, keyfinize bakın.'
Otele varır varmaz eşyalarımızı odaya bırakıp üzerimizdeki kışlıkları çıkarıyor, yaz moduna geçiyoruz. Güneşi yakalamak istiyoruz, adımlarımız bizi At Arabacılar Meydanı’na götürüyor. Burada bizi karşılayan ıhlamur kokuları ve hafif Ege esintisi bir anda ruhumuzu okşuyor. O an fark ediyoruz ki bu şehir aceleye gelmez. Her köşe başı, her sokak başı biraz soluklanmak, biraz izlemek, biraz daha hissetmek için bizi davet ediyor. Güneşin kolları sanki dar sokaklardan bize doğru uzanmış ve ellerinden tutmamızı ister gibi bizi kendisine doğru çekiyor.
Ayvalık’a gelmeden önce yeme-içme mekanlarının notlarını almıştık. Şehirdeki ilk akşamımızda, meşhur Ayvalık Tostu’nu tatmaya karar veriyoruz. Herkesin bildiği gibi, bu tostun ünü çoktan şehrin sınırlarını aşmış durumda. Hatta burada, sadece bu lezzet için sahil yolu üzerinde özel bir çarşı bile kurulmuş: Ayvalık Tostçular Çarşısı. Yana yana dizilmiş küçük tostçuların sıralandığı bu çarşıda, dilediğiniz dükkanı seçip tostunuzu alıyor, ortak masalarda keyfini çıkarabiliyorsunuz.
Biz ise yola çıkmadan önce gitmeyi planladığımız ve önündeki uzunca kuyruktan da ne kadar popüler olduğunu anladığımız Hacıoğlu Aşkın Tost Evi’ni tercih ediyoruz. Burada orijinal Ayvalık Tostu’nun tulum peyniri, kasap sucuğu ve domatesten oluştuğunu öğreniyoruz. Aslında oldukça standart bir lezzet; ama yıllar içinde içine sosis, turşu, ketçap, mayonez gibi pek çok malzeme eklenerek bol malzemeli haliyle daha da süslenmiş. Ee, Ayvalık’a kadar gelip de tostunu yememek olmazdı.
Ayvalık Kordonunda Bir Akşam: Güzellik ve Koku Arasında
Kordon boyunca yürümek Ayvalık’ta en sevdiğim şeylerden biri. Akşam serinliğiyle birlikte sahile indiğinizde, karşınızda Cunda (Alibey) Adası'nın kıpır kıpır ışıkları, biraz ilerisinde irili ufaklı dizili diğer adalar ve tüm ihtişamıyla Midilli Adası beliriyor. O anlar bir Ege kartpostalından farksız...
Kısa bir mola veriyoruz, sahil banklarından birine oturup denizin hafif dalga seslerine ve uzaktan gelen müziklere kulak kesiliyoruz. Ege’nin, belki de daha doğru bir ifadeyle Akdeniz’in o insana huzur veren atmosferi, burada zamanın başka bir ritimde aktığını hissettiriyor.
Ancak bu huzurlu tablo, birden havaya yayılan rahatsız edici bir kokuyla bozuluyor. Ne yazık ki Ayvalık kıyılarında zaman zaman hissedilen bu kesif koku, buranın kronik sorunlarından biriymiş. Önce kanalizasyon ya da deniz kirliliği sandığımız bu kokunun, aslında "pirina dumanı" denilen zeytin posasından kaynaklandığını öğreniyoruz.
Ayvalık’ın kıyılarına sinmiş bu koku, yalnızca bizim değil, burada yaşayanların da gündeminde. Sohbet ettiğimiz bir işletme sahibi hanımefendi Midilli’yi göstererek şöyle diyor:
“O kıyılarda böyle bir kirlilik göremezsiniz. Yaşadığımız yerin kıymetini bilmiyoruz. Altyapı çok eski, yıllardır kimse bu sorunları çözmek için bir şey yapmıyor.”
Ege'nin Işıltısına Gölge Düşüren Sorunlar
Bir başka dikkat çeken sorun da, tarihi dokusuyla büyüleyen Arnavut kaldırımlı sokaklardaki yoğun araç ve motosiklet trafiği. Bu zarif sokaklar, bir Ege kasabasına yakışmayacak ölçüde motor gürültüsüne ve egzoz dumanına teslim olmuş durumda. Birkaç istisnai cadde dışında, sokakları keyifle dolaşmak pek mümkün değil. Sürekli bir yere çarpmamaya çalışarak, motosikletlerden kaçınarak ya da park etmiş arabalar arasında sıkışarak yürümek zorunda kalıyorsunuz.
Gürültüye eşlik eden bir diğer olumsuzluk ise sokaklardaki çöp ve atık sorunu. Kimi köşe başlarında birikmiş çöpler, kimi zaman çöp kutularının yetersizliği, görsel olarak da rahatsız edici bir manzara oluşturuyor.
Yine de sevindirici olan, bu konulara dair farkındalığın ve duyarlılığın giderek artması. Birkaç yıl önce geldiğimde çok daha kötü manzaralarla karşılaşmıştım. Özellikle sivil inisiyatiflerin ve çevre gönüllülerinin kendi çabalarıyla, bu tür sorunları daha görünür hale getirdiğini ve gündeme taşındığını öğrenmek umut verici.
İlk sabahımıza kumru sesleriyle uyanıyoruz. Evet, bu kasabanın haylaz kedileri kadar meşhur bir diğer sakinleri de kumrular. Kırmızı kiremitli çatılarda sabahın sessizliğinde kumruların kanat çırpınışları yankılanıyor.
Kaldığımız yer, şehrin kalbinde yer alan eski bir Rum evi. Mübadele sonrası bu evin sahipliği, karşı kıyılardan Ayvalık’a göç etmek zorunda kalan bir Türk aileye geçmiş. O günden bu yana da zeytincilikle uğraşan nesillerin hikayesiyle varlığını sürdürmüş. Evin asıl sahipleri olan Rumların günümüzde hayatta olan torunlarının ise bir zamanlar büyüklerinin yaşadığı bu evi zaman zaman ziyaret ettiklerini ve geçmişi yad ettiklerini öğreniyoruz.
Ayvalık'ta nereye adım atsanız, benzer geçmişlere dokunuyorsunuz. Burada her evin, her sokak taşının içinde birden fazla hikaye var. Aynı yaşam alanı, bir Rum aileden bir Türk ailesine ardından bir nesilden diğerine geçerken hem geçmişin izini taşıyor hem de yepyeni bir anlatıya sahne oluyor.
Zamanın Taşlara Sinmiş Sessizliği
Bu evler, taş duvarlar, Arnavut kaldırımları… Hepsi zamanın sessiz tanıkları. Ayvalık’ın ruhu, yalnızca manzarasında ya da denizinden esen rüzgarda değil; bu sokakların sessizliğinde, bu evlerin suskunluğunda gizli. Hikayeler değişse de duvarlar anlatmaya devam ediyor. Belki de Ayvalık’ın bu kadar etkileyici olmasının asıl nedeni de bu. Üst üste biriken yaşanmışlıkların hiçbirinin tamamen silinmemesi.
Bir evin taş duvarlarına, özenle işlenmiş, zarafeti hala ilk günkü gibi görünen o ahşap kapılara bakarken, kendinizi ister istemez geçmişin içine düşerken buluyorsunuz. Her çizik, her oyuk, her pas izinde bir zamanlar burada yaşamış insanların ayak izleri, sözleri, duyguları saklı gibi. Tıpkı otelin bahçesinde rastladığımız, artık işlevini yitirmiş eski bir kuyu gibi… Üstü ahşap bir platformla örtülmüş ve sanki tüm yaşanmış hikayeler o kuyunun derinliklerine gömülmüş.
Ayvalık’ta Rengarenk Bir Kahvaltı Masası
Güne başlarken kurulan kahvaltı masamız, tıpkı Ayvalık’ın kendisi gibi rengarenk ve iç açıcı. Otelin hemen yanındaki tarihi fırından alınmış çıtır çıtır simitler daha masaya gelir gelmez iştah kabartıyor. Ayvalık pazarından alınmış taze yeşillikler, özenle hazırlanmış ev yapımı reçeller, elbette her sofranın vazgeçilmezi nefis Ayvalık zeytinleri ve zeytinyağı... Tüm bu lezzetlerin yanına eklenen sıcacık pişiler, sabahı mütevazı bir şölene çeviriyor.
Masada sadece yiyecekler değil, samimiyet de var. Güler yüzlü, dost canlısı işletme sahiplerinin içtenliği ve muhabbeti bizi bu eski taş konağın bir konuğu gibi hissettiriyor. Kahvaltının ardından kahvelerimizi alıp eski bir zeytin deposundan dönüştürülmüş taş odaların önüne kurulmuş minik masa ve sandalyelere geçiyoruz. Tam da o sırada, bahçenin sevimli sakini olan küçük bir kedi, minik kıvrılışlarla güneş ışığının keyfini çıkarıyor. Onu izleyerek, elimizde kahvelerle sessizce bu huzurun tadını çıkarıyoruz.
Şimdi yeniden Ayvalık sokaklarına açılma, gün boyu sürecek keşiflerimize başlama zamanı. Taş sokaklar, buram buram kokan yaseminler ve fotoğraf karelerimizi süsleyen begonviller ile her biri birbirinden güzel eski Rum evleri ve mekanlar bizi bekliyor.
Ayvalık sokaklarını adımlamaya başladığımızda ilk durağımız, kaldığımız otelin hemen yanındaki Çınarlı Camii oluyor. Gerçek adıyla Aya Yorgi Kilisesi. 1923 yılında camiye dönüştürülen bu görkemli yapı, şehrin merkezinde tüm heybetiyle yükseliyor. Avlusu, sabah saatlerinde turist kafilelerinin hareketliliğiyle canlanıyor.
İçeriye adım attığımızda, dışarının sıcak havası yerini taş duvarların ve zarif sütunların serinliğine bırakıyor. Kilise döneminden kalma barok tarzı ve altın varaklı süslemelerin özenle korunduğuna şahit oluyoruz. Her iki dinin ruhani atmosferini aynı anda yansıtan işlemeli sütunlar ve kemerli pencereler, iç içe geçen hikayelerin adeta özeti gibi.
Görkemli dış cephesiyle şimdiki zamana adeta meydan okuyan bu yapı, sadece bir ibadet mekanı değil; aynı zamanda geçmişle bugünü buluşturan sessiz bir tanık.
Taş Sokaklarda Yürümek
Saatli Camii’ne doğru yürürken, yol boyunca karşımıza çıkan eski evlerin ve konakların estetik güzelliğine hayran kalıyoruz. Adım başı durup fotoğraf çekmekten kendimizi alamıyoruz. Çoğu hala kasaba sakinlerine ev sahipliği yapan bu taş yapılar, zamanın tüm izlerini zarafetle taşıyor.
Bazıları aslına uygun şekilde renove edilmiş, bazıları ise yıkık dökük görüntüleriyle kaderine terk edilmiş gibi. Kimileri de tıpkı bizim kaldığımız yer gibi, konuklarına farklı bir konaklama deneyimi sunmak üzere butik otellere dönüştürülmüş.
Yol boyunca karşılaştığımız çok sayıda satılık ilanı dikkatimizi çekiyor. Sorduğumuzda, bu yapıların her biri birer kültür mirası olduğu için restorasyon izni almanın oldukça uzun sürdüğünü ve artan inşaat maliyetlerinin bu süreci daha da zorlaştırdığını öğreniyoruz. Geçmişin estetiğini bugüne taşımak isteyenler için ne yazık ki bu, sabır ve yüksek bir bütçe gerektiren bir uğraş.
Saatli Camii (Ayos İanni Kilisesi)
1870 yılında kilise olarak inşa edilen bu görkemli yapı, 1928 yılında camiye dönüştürülmüş. Midilli ile Ayvalık arasında yaşanan mübadele sonrası yeni bir kimlik kazanmış. Kilisenin çan kulesi, ilerleyen yıllarda bir saat kulesine çevrilmiş ve bu dönüşümle birlikte yapı, Saatli Camii adını almış.
Haç planlı mimarisiyle dikkat çeken bu yapı, Ayvalık’a gelenlerin mutlaka uğradığı, hem tarihi hem de dini anlamda önemli bir durak.
Mutlaka Görülmesi Gereken: Macaron Mahallesi
Barbaros Caddesi’ne ulaşıyoruz. Neyse ki bu uzun cadde araç trafiğine kapatılmış, bu sayede şehrin diğer sokaklarına kıyasla çok daha rahat ve huzurlu bir şekilde yürüyebiliyoruz. Yolumuz, özellikle pandemi sonrası oldukça popüler hale geldiği söylenen Macaron Mahallesi’ne düşüyor.
Macaron Mahallesi'nin adı kulağa ilk başta Fransız tatlısı makaronu çağrıştırsa da aslında kökeni bambaşka. Latince'de marjoram, Rumca’da macaron, Türkçe’de ise mercanköşk olarak bilinen aromatik bir bitkiden geliyor bu isim. Mahallenin eski sakinleri olan Rumlar, evlerinin cumbalarındaki pencereleri bu hoş kokulu bitkiyle süslerlermiş. Zamanla bu gelenek mahalleyle özdeşleşmiş ve Macaron adı da bu şekilde yerleşmiş. İlk bakışta "Makaron" şeklinde okunacağını düşünebilirsiniz ama mahallenin adı, yazıldığı gibi “Macaron” şeklinde telaffuz ediliyor.
Sarmaşık yaseminlerin ve begonvillerin taş evlerin duvarlarını süslediği, çiçek kokularının Ayvalık’ın meşhur kolonya kokularına karıştığı bu sokaklarda yürümek başlı başına bir keyif. Sıra sıra dizilmiş kafeler, restoranlar, barlar, butik oteller ve kitapçılar hem göze hem ruha hitap ediyor. Duvarları süsleyen grafitiler, sokaklarda canlı olarak yapılan resim ve heykel çalışmaları burayı adeta bir açık hava sanat galerisine dönüştürüyor.
Macaron Mahallesi’nin insanı mutlu eden havasını solumak ve bu caddeye dik şekilde bağlanan, denize açılan dar sokaklarda kaybolmak, Ayvalık’ı gerçekten hissetmek ve yaşamak isteyen herkesin mutlaka deneyimlemesi gereken bir güzellik.
Ayvalık'ın En Meşhur Eskicisi
Barbaros Caddesi boyunca ve caddeye bağlanan sokaklarda sık sık fotoğraf molası veriyoruz. Bazen bir evin ahşap işlemeli kapısı, bazen begonvillerle süslü bir taş konak, bazen de sıcaktan kaçıp gölgede uyuklayan bir kedi… Hepsi Ayvalık’ın bu sıcak ve samimi atmosferinin birer özeti gibi.
Sıcak iyice bastırınca soluğu meşhur Macaron Muhallebicisi'nde alıyoruz. Hemen yanında, son yıllarda Macaron Mahallesi’nin yeniden canlanmasında büyük payı olan zeytinyağlılarıyla ünlü Mor Salkım Lokantası yer alıyor. Fazla aç olmadığımızdan tercihimiz muhallebici oluyor. Ama Mor Salkım’a, özellikle gün ortasında taptaze zeytinyağlıları için uğramanızı mutlaka öneririz. Biz akşam uğradığımızda, dükkanı kapatıyorlardı.
Ayvalık’ın esnafı rahatına çok düşkün. Ege’nin diğer kıyısındaki gibi bir siesta kültürü olmasa da dükkanlarını ne zaman açıp kapatacakları biraz onların keyfine kalmış. Satış bitti mi, dükkan kapanıyor. Örneğin gün içinde menüsünü incelediğimiz, akşam için rezervasyon numarası veren hoş bir mekan vardı. Ama akşam o mekana geldiğimizde, kapı duvardı. Ayvalık’ın kültürü Ege rüzgarı gibi, nasıl esiyorsa öyle...:)
Müze 10.00 – 17.00 saatleri arasında ziyaretçilerini ağırlıyor. Biz, Cunda’daki müzeyi de ziyaret edeceğimiz için biletlerimizi kombine olarak aldık. Giriş ücreti kişi başı 230 TL.
Müzenin girişinde otomobiller, motosikletler, bebek arabaları ve buharlı makineler sergileniyor. Üst kat ise tam bir nostalji köşesi olarak tasarlanmış; lokomotif modelleri, oyuncaklar ve denizcilikle ilgili aletler burada sergileniyor.
Her yaşa hitap eden bu koleksiyonlar arasında gezinmek, hem bilgi verici hem de oldukça eğlenceli. Müzenin deniz kıyısına yakın ayrı bir bölümünde ise arkeolojik eserler yer alıyor.
Müze gezimizin ardından soluğu deniz kıyısındaki kafede alıyoruz. Eşsiz bir manzaraya karşı kurulmuş bu kafe hem müze ziyaretçileri hem de dışarıdan gelen misafirler için düşünülmüş. Bir şeyler yiyip içerek, müzenin estetik yapısının gölgesinde muhteşem manzaranın keyfini doyasıya çıkarmak mümkün.
Günün Son Durağı: Şeytanın Kahvesi
İlk günün son durağı Şeytanın Kahvesi oluyor. Ayvalık’ta keşfedecek daha çok yerimiz olsa da kalanını ertesi güne bırakıyoruz. Ahşap sandalyelerimize oturup Ayvalık sokaklarında gelip geçenleri izliyoruz bir süre.
Kahveye adını veren "Şeytanın Hikayesi" ise tam önümüzde, masa üzerinde duran bilgilendirme notunda yer alıyor. Bu detayın düşünülmüş olması hoşumuza gidiyor.
Kahvenin en meşhur içeceği olan "Öz Kaynar Mübadele İçeceği"ni söylüyoruz. Her yudumda geçmişle bugünü birleştiren bu özel ve farklı tat, sokakta geçirilen bu sade ve güzel anlara eşlik ediyor. Bir yandan çantamızdaki kitaplara dalıyor, bir yandan Ayvalık’ın ritmini bu küçük sokaktan hissetmeye çalışıyoruz.
Koruk suyuyla serinlemek istiyoruz ama henüz zamanı gelmemiş. Haziranın aynın başlarında sunmaya başlıyorlarmış. Yine de bu zarif sokakların arasında, Ayvalık insanını ve gündelik hayatın akışını gözlemleyebileceğiniz, sade ama ruhu olan bu mekanda olmak çok güzel.
Ayvalık'ta İlk Gün Biterken
Zira yaz sezonu başladığında, bu sokakları böyle sakin ve rahat görmek pek mümkün olmuyormuş. Ayvalık’ın asıl güzelliği ise bence ilkbahar ve sonbaharda ortaya çıkıyor. Ne kavurucu sıcak ne de boğucu kalabalık… Sadece sakinlik, renkler, lezzetler ve tarihle iç içe geçen sokakların yürüyüşle keşfi.
Ayvalık, yeme-içme, kültür, tarih ve doğa gezileri için fazlasıyla uygun bir şehir. Üstelik insanları da en az şehrin kendisi kadar sıcak ve güler yüzlü.