Üsküp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Üsküp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2024 Perşembe

DÖRT TARAFI DAĞLARLA ÇEVİRİLİ GÖL MANZARALI BİR MASAL: OHRİD

Ağustos ayının son gününe uyandık. Yaz mevsimine Üsküp'te veda ederken sonbaharı harika bir göl manzarasının bulunduğu ve tarih ile doğanın buluştuğu bir şehirde karşılamak için sabırsızlanıyoruz. Bu yüzden biraz erken kalktık. Güneşli ve sakin bir cumartesi sabahında hafif bir kahvaltının ardından sade kahvelerimizi yudumlarken Vodno Dağı'na, dağın eteklerinden yayılarak büyüyen şehir manzarasına ve hemen yanıbaşımızda küçük bir ormanı andıran şehrin en büyük parkına son kez bakıp kaldığımız otelden ayrılıyoruz. Ohrid'e doğru yolculuğumuz başlıyor.


Mother Teresa otoyolundayız. Bu yol Üsküp ile Tetovo yani diğer adıyla Kalkandelen'i Kalkandelen'i de Gostivar şehriyle birbirine bağlıyor. Yol boyunca akan otoban çizgileri karşımıza Balkan coğrafyasını şekillendiren yemyeşil dağları, ovaları, vadileri ve Kuzey Makedonya şehirlerini şöyle bir dolaşmaya çıkmış gibi akıp giden Vardar Nehri'ni çıkarıyor. Gökyüzü yine masmavi, ara sıra bembeyaz bir bulut tarlası ufukta belirip sonra birden kayboluyor. 

 



Yol şarkılarımız hem yerli hem de yabancı. Aslında tüm şarkılar yerli biz gezginler bir o kadar yabancı. Keşfediyoruz yeniden coğrafyayı, kentleri, kültürleri, yeni lezzetleri ve yeni melodileri. Her defasında unuttuğumuz kendimizle yeniden karşılaşıyoruz. Ve her ülkenin kendi kokusu olduğunu yeniden duyumsuyoruz. Tıpkı her insanın kendine has ten kokusunun olduğu gibi bu ülkenin de damağımızda bıraktığı, dimağımıza kazıdığı o rayihayı soluyor ve yeniden fark ediyoruz haritadaki sınırların anlamsızlığını. 

Gostivar kentini biraz geçince bitiyor otoyol. Gerisi yol inşaatı, hafriyat yüklü sarı renkli damperli dev kamyonlar, toz bulutları ve çamurlar. Ve ardından maden ocakları çıkıyor karşımıza. İçi oyulan ve oyuldukça da üzerinden yükselen toz bulutlarının sanki derdinden bir sigara yakmış ihtiyar bir adam gibi göründüğü dağlar...




Kırçova kentinden geçip yeşillikler içinde yer alan küçük küçük yerleşim birimlerinin bulunduğu Müslüman köylerinden geçiyoruz. Köy evlerinin her biri yüksek minareli camilerin gölgesine sığınmış gibi yan yana kümelenmiş. Buradaki köylerde dalgalanan kocaman kırmızı bir bayrak dikkatimizi çekiyor. Çok geçmeden bu bayrakların Arnavutluk bayrağı olduğunu anlıyoruz. Bir an fark etmeden sınır mı değiştirdik acaba diye gülümsüyoruz. Bir ülkede başka bir ülkenin bayrağının bu kadar görünür şekilde dalgalanması bize bazı siyasi kimlik sorunlarının günümüzde de sürdüğünü gösteriyor.  

 

Müslüman Arnavutlar bu ülkenin ikinci büyük etnik grubunu oluşturuyor.  Arnavutlar Kuzey Makedonya yönetiminde siyasi olarak da etkili bir şekilde varlık gösteriyorlar. 

 

 


Artık Ohrid'e iyice yaklaştık. Trafik yoğunluğu şehir merkezine yaklaştıkça biraz daha artıyor. Hafta sonunu bu harika kentte geçirmenin planını yapmış olan herkes yollarda. En çok da Üsküplüler. Zira Üsküp plakalı araçlar trafikte yoğunluğu oluşturuyor.

Kuzey Makedonya denize kıyısı olmayan bir ülke. Dört bir tarafı kendisinden siyasi talepleri olan komşularıyla çevirili. Bu ülke, "Denizi yok ama denizsiz de oluyormuş meğer" dedirten Ohrid Gölü gibi Avrupa'nın en güzel ve en temiz göllerinden birine sahip. Gölün sadece görüntüsü de değil kokusu da deniz gibi...




Ohrid Gölü Avrupa'nın en yaşlı ve en derin gölü. 5 milyon yaşında olduğu söyleniyor. 300 metre derinliğe sahip olan gölün bir tarafı Kuzey Makedonya bir diğer tarafı Arnavutluk kıyılarıyla çevrili.  Volkanik bir krater gölü olması nedeniyle yaşayan bir ekosistem olarak da nitelendirilen Ohrid Gölü yer altındaki kaynak sularından da beslenerek her daim canlılığını ve berraklığını koruyor. Ohrid Gölü'nün korunmasına büyük önem veriliyor.


Kaldığımız otel Ohrid'in eski kent bölümünde yer alıyor. Küçük dar sokakları, Osmanlı döneminden kalma tarihi evlerinin zarifliği, şiir gibi Arnavut kaldırımlı caddeleri, göl kenarında insanların keyifle vakit geçirdiği küçük bir kordon boyu ve tarihi evlerinin şekli verilmiş sokak aydınlatmaları ile bu kent daha ilk dakikalarda başımızı döndürdü ve bizi adeta büyüledi. İnsan burada kendini bir masalın içindeymiş gibi hissediyor.



Burada kişi başı 2 Euro şehir vergisi talep ediliyor şehre gelen misafirlerden. Avrupa'nın birçok kentinde olduğu gibi burada da benzer bir uygulama var. 

Buraya geldiğimizde ilk işimiz kendimizi Ohrid Gölü'nün sularına bırakmak oldu. Kaldığımız otele sadece iki dakika mesafedeki halk plajında hem yol yorgunluğumuzu attık ve hem de Avrupa'nın ortasındaki tertemiz göl sularında yüzme hayalimizi gerçekleştirmiş olduk. Sığ kesimlerdeki yosun bağlamış taşlar yürümeyi zorlaştırsa da yanımızda deniz ayakkabılarını getirmiş olmamız daha rahat hareket etmemizi sağladı. 




Ohrid Gölü'nde yüzme keyfinin yanında çeşitli su sporlarının da yapıldığını belirtelim. Orada bulunduğumuz gün Türkiye'den de sporcuların katıldığı Balkan Açık Su Yüzme Şampiyonası gerçekleştirildi. Milli Takımlar düzeyindeki genç sporcularımız şampiyonluk dahil farklı derecelerde önemli başarılar elde etti. Doğrusu şampiyonanın yapıldığı alan tam bir karnaval yeri gibi eğlenceliydi.




Sıra artık şehir turuna geldi. Kademe kademe yükselen eski kentin sokaklarında keşfe çıktık. İlk olarak kaldığımız otelin hemen karşısındaki Kağıt Müzesi'ni gezdik. Burada hala geleneksel şekilde kağıt üretimi gerçekleştiriliyor. İçeride hoş bir müzik eşliğinde gezerken burada farklı ağaçlardan üretilen kağıtlara basılmış hediyelik alarak da satın alabileceğiniz haritaları ve portleri de inceleyebiliyorsunuz. Kendim için geleneksel baskılı bir Balkan Haritası seçtim.:) Ayrıca bizi oldukça sempatik bir şekilde karşılayan müze görevlisi de geleneksel kağıt üretiminin nasıl yapıldığını bize gösterdi.






Dik yokuşlu Arnavut kaldırımlı sokaklardan geçip bir sonraki durağımız olan Antik Tiyatro'yu gezdik. Tarihi M.Ö. 2. yy'a kadar uzanan bu görkemli yapı her yıl dünyaca ünlü sanatçıların da sahne aldığı Ohrid Yaz Festivali dahil birçok farklı kültürel etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Buraya giriş için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz ve bizim gibi burada biraz soluklanıp kentin farklı bir açısından harika fotoğraf kareleri ve video çekme imkanı buluyorsunuz.




Antik Tiyatro'dan sonraki durağımız kente hakim bir tepe üzerinde konumlanmış ve ne zaman yapıldığı tam olarak tarihlenemeyen Çar Samuel Kalesi'ydi. Kaleye girişler ücretli ve iki kişi için 300 MKD ödedik. Kale oldukça iyi korunmuş durumda. Kalenin dik merdivenlerinden surlara çıktığınızda ise kale içi, Ohrid eski kent merkezi ve göl manzarasını kapsayan muhteşem bir görsel şölenle karşılaşıyorsunuz. Hangi açıdan fotoğraf çekerseniz çekin ayaklarınızı yerden kesilecekmiş gibi hissettiren bu eşsiz manzaraya doyamıyorsunuz. 



Ohrid Kalesi, göl ve antik kenti de içine alan tüm bölge, Birleşmiş Milletler’e bağlı UNESCO tarafından Dünya Mirası içerisine dâhil edilmiş durumda...

Kale'den çıkıp Aziz Yuhanna Kilisi'ne doğru giden orman yoluna saptık. Bu kent Ortodoks Hristiyanlar için çok önemli bir merkez. Burada senenin her bir günü için kilise yapıldığı söylense de günümüzde toplamda 40 kadar kilise ayakta kalmış vaziyette. Osmanlı döneminde bu kiliselerin bazıları camiye çevrilmiş. Bu yapılar Osmanlı bu topraklardan çekilince tekrar eski hallerine dönmüş.  Aziz Kliement Kilisesi de bunlardan biri. Bu kiliseye girişler ücretli ve biz iki kişi için 300 MKD ödedik. Kiliseyi ziyaret ettiğimiz sırada ise bir çiftin en mutlu günü olan nikah merasimine de tanıklık ettik. 



Daracık sokaklar ve merdivenler bizi yeniden göl kıyısına çıkardı. Buradaki ahşap platformun üzerinden yürümek çok keyifliydi. Bir tarafımızda alabildiğinde güzellikte göl manzarası diğer tarafımızda da göl kıyısındaki eski taş evler ve o evlerden göle inmek için yapılmış merdivenler yer alıyordu. İnsan 'keşke yılın belirli bir döneminde dahi olsa böyle bir evde zaman geçirebilsek' diye düşünmeden edemiyor doğrusu.:) Burada halk plajları ile ücretli hizmet sunan plajlar sıra sıra birbirini takip ediyor. Bir an kiralık kanolar gözümüze ilişse de zamanımızı şehrin geri kalanını gezmek için ayırmaya karar veriyoruz.






Yürüyüşün ardından biraz mola vermek için göl kenarında güzel bir mekan seçiyoruz. Buranın en başta göl balıkları meşhur. Ancak deniz ürünleri ile zenginleştirilmiş makarnası ve pizzaları da çok lezzetliydi. Burada hem böylesine lezzetli hem de büyük porsiyonda sunulan yemekleri Türkiye'ye kıyasla çok daha ucuz fiyata yiyebiliyorsunuz.  Tabii yemeğin yanında söylediğimiz buz gibi Makedonya biraları da Türkiye'deki biralardan daha ucuz. Burada bazı mekanların Türkçe ve İngilizce menüleri de var. Ancak genel olarak Kuzey Makedoya'nın yazı dili olan Kiril Alfabeli menülerle karşılaşabilirsiniz. Kiril Alfabesi demişken de başta Rusya ve Balkan ülkelerinde yaygın olarak kullanılan bu alfabenin Ohrid'den çıktığını da belirletelim.


Bizans İmparatoru'nun emriyle Selanik'ten Ohrid'e gelen Aziz Kyrillos ve Aziz Methodios kardeşler uzun yıllar Yunan ve İbrani alfabesinden yararlanarak Kiril Alfabesi'ni geliştiriyorlar. Aynı zamanda din adamı olarak görevlendirilen bu iki kardeşin amacı hem Slavlar için yeni bir yazı dili geliştirmek hem de Hristiyanlığı yaymak... Bu nedenle Ohrid sadece Makedonlar için değil tüm Slavlar için kutsal bir kent özelliğini taşıyor.


Yemekten sonra eski kentin sokaklarında bir süre daha dolaşmaya devam ettik. Kentin en ünlü tüccar ailelerinden Robev'lere ait olan ve günümüzde Ohrid Ulusal Müzesi'nin bir parçası olarak hizmet veren ve içerisinde değerli eserler barındıran tarihi evi fotoğrafladık. Ardından küçük bir Ege sahil kasabasının kordon boyunu andıran göl kıyısındaki mekanlardan birinde kendimize birer kokteyl söyleyip biraz keyif yaptık.



Gün batımına yakın bir zamanda şehrin en güzel fotoğraf noktalarından biri olan beton iskelede usta bir ressamın elinde çıkmış bir tablo gibi görünen cam gibi berrak gölün ve binlerce yıllık tarihe sahip eski kentin nefes kesici manzarasını izleyip fotoğraf çektik.


Ohrid incileriyle de ünlü bir kent. Hem içinden hiç çıkmak istemediğimiz eski romantik sokaklarındaki tezgahlarda hem de eski çarşıdaki mekanlarda meşhur Ohrid incisi sık sık karşımıza çıktı. 
Ohrid incileri sedefli bir yapısı olan ve Ohrid Gölü'nde yaşayan bir balığın pullarının özel bir formülle işlemden geçirilmesiyle üretiliyor. Sertifikalı olarak satılan orijinal Ohrid incilerinin yanında farklı şekilde üretilmiş inci takılar da tezgahları süslüyor.

 
Son durağımız eski kent meydanı ve Türk Çarşısı oldu. Burada konuşulan dil ve insan profili hemen değişti. Kendimizi bir an Türkiye'deymiş gibi hissettik. Giyim ve hediyelik eşya dükkanları başta olmak üzere, lokantalar, halıcılar, bakırcılar, kahvehaneler ve çay ocakları tarihi Çınar Ağacı'nın bulunduğu alana kadar uzayıp gidiyor. Osmanlı döneminden kalma camiler, çeşmeler ve birbirinden güzel çok sayıda tarihi yapının bulunduğu bu bölgede Ohrid'in turistik kısmından çok farklı bir yaşam biçiminin sürdürüldüğüne şahit oluyorsunuz. 


Ve Ohrid'le vedalaşma vakti geldi. Yılın en güzel ayı olan Eylül'ün ilk sabahında bu kentten ayrılmadan hemen önce son kez göl kenarına gittik. Sonbaharın ilk kokusunu manzaraya karşı içimize çektik. Sevgili Eşim Özgenaz ile el el tutuşup göl sularına son kez dokunduk ve yeniden bu kente gelebilmek için suya fısıldadık:
 "Bekle bizi..." 
Teşekkürler Dünya!



13 Eylül 2024 Cuma

MATKA KANYONU

Üsküp'te güneşli ve tertemiz bir cuma sabahı... Yanı başımızda şehrin en büyük parkı. Yeşillikler içinde sabah yürüyüşüne çıkmış insanlar... Kulaklıklarını takıp sevdiği bir müziği ya da yayını dinlerken pedal çeviren genç kadınlar... Eski bir bankta oturup gazetesini okuyan bir ihtiyar... Sonbaharın habercisi olan kuru yaprakları parkın kaldırımlarından süpürmeye çalışan bir temizlik görevlisi... Kuşların cıvıltıları, kedilerin asırlık ağaçlara tırmanışları... Tüm bunları izlerken otelin bahçesinde yapılan güzel bir kahvaltının ardından yeni günün planını yaptık. İlk durak Matka Kanyonu.  

Matka Kanyonu

Matka Kanyonu'na gitmek üzere otelden ayrılıp aracımızla Üsküp'ün geniş caddelerinde trafiğe karışıyoruz. Gideceğimiz mesafe yaklaşık 15 km. Gökyüzü güneşli ve masmavi. Belli ki bugün de hava çok sıcak olacak. Makedonya'da yayın yapan SkyRadio isimli bir istasyonda hiç bilmediğimiz dilde güzel melodili şarkılar çalıyor. Bazen popüler yabancı müziklere geçiş yapıyor sonra kendi dillerinde çalmaya devam ediyorlar. Araya yine reklamlar giriyor. Sonra haberler. Ortak kelimeleri seçmeye çalışıyoruz anlatılanlardan. Epey bir kelime yakalıyoruz da. Ama konu nedir ne anlatılmak nereye varılmak isteniyor bu ülkede hiç çözemiyoruz. Başlıyorum onların fonetiğini taklit edip seslendirme yapmaya. Komik şeyler anlatıyorum hiç bilmediğim dilde güya. Sonra Türkçe çevirisini yapıyorum, yani çıkardığım anlamsız seslere anlam kazandırmaya çalışıyorum. Bu arada upuzun bir caddede yakalandığımız kırmızı ışık dalgasının da sonuna geldik. Kahverengi Matka Kanyonu tabelasını görüp sapıyoruz farklı bir yöne. Şehir merkezinden epeyce uzaktayız artık. Virajlı, dar, bozuk, iki yönlü akan ve köylerin içinden geçen yolda ilerliyoruz bir süre... Ben yine uydurduğum kendi Makedoncamla yol durumuna bildirmeye devam ediyorum.
   

Matka Kanyonu'na Üsküp otobüs terminalinden gitmek için 60 numaralı otobüse binmeniz gerekiyor. Kanyona girişler ücretsiz.

Skopje, Matka


Matka Kanyonu'nun girişine yakın bir alanda aracımızı park ediyoruz ve başlıyoruz yürümeye. Önümüzde kartpostal gibi bir manzara. Oldukça dik, kayalıklı ve ağaçlı yamaçlardan Treska Nehri'nin deli deli akan soğuk sularının yankıları duyuluyor. Vardar Nehri'yle bir an önce buluşmak için acelesi var gibi akıyor nehir. Kıyıdan ilk dokunuşu yapıyoruz sularına: 'Biz geldik, merhaba'. Karşı kıyıda piknik yapan bizim gibi erkenciler görüyoruz. Gün içinde yerli ve bizim gibi yabancı ziyaretçilerle dolup taşmadan kanyonun sakinliğinin tadını çıkarmaya çalışıyoruz. Girişe doğru yürürken yolun sağ tarafında restoranlar ve kafeler dizili. Kahvaltısını yapan, kahvesini yudumlayan mutlu insan manzaraları... Yürüdükçe yol da giderek genişliğini kaybediyor. Artık girişe çok yakınız. Ve işte geldik, cennetin kapısındayız.

Matka Kanyonu'nda 13 km'lik bir yürüyüş parkuru bulunuyor. Balkanlar'ın koynundaki bu  muazzam doğal güzelliğin derinliklerini isterseniz parkurda yürüyüş yaparak isterseniz de tekne ve kano (Makedonların deyimiyle kayak) ile keşfedebiliyorsunuz. Ayrıca burada kaya tırmanışları da yapılabiliyor.  






Girişte yiyecek-içecek ve hediyelik eşya satılan butik satış yerleri var. Satıcıların çoğu kendi aralarında ve kendi dillerinde bir şeyler konuşuyor. Burada da kulağımıza en az iki-üç farklı dilde cümleler takılıyor. Bizi gördüklerinde bu sefer bizim dilimizde bir şeyler satmak için sesleniyorlar. Ancak teklif var ama hiçbirinde ısrar yok. Bu doğrusu çok hoşumuza gidiyor. Bizim gibi turistlerin belki de en hoşlanmadığı şey ısrar eden satıcılar. Ama neyse ki buradakilerin hepsi güler yüzlü ve kibar insanlar. Teşekkür edip yürüyüşümüze ara vermeden devam ediyoruz. Ve bir anda kanyondaki gölü oluşturan barajın hemen yanında buluyoruz kendimizi. Birazdan metrelerce yükseklikteki baraj gölünün kıyılarında bizi bekleyen kano ve teknelerle buluşmak için adımlarımızı daha da hızlandırıyoruz.

1930'larda, Matka Kanyonu'nun çıkışında, Treska Nehri üzerinde elektrik üretimi için beton baraj ve yapay bir göl inşa edilmiş. 2008'de ise tamamen yeni bir hidroelektrik santrali kurulmuş. Eski makine binası hizmet dışı bırakılmış ve 2016 yılında bir eğitim/sergi merkezine dönüştürülmüş.



Yürüdüğümüz parkur oldukça dar ve kayalar sanki başımızın üstünde havada asılı gibi duruyor. Taşlı ve engebeli zemine uygun bir yürüyüş ayakkabısı tercihi yapmış olmamız bize önemli bir rahatlık sağlıyor. Treska'nın hızla akan suları hemen solumuzda ve nehir burada artık sakin ve büyük bir göle dönüşmüş. Göl suları ayna gibi vadinin etrafındaki tüm güzelliği bize yansıtıyor. Tekne ve kano ile gezintiye çıkanlar bu güzelliğin tam ortasındalar. Tanrı nedir sorusunun herkes için bir cevabı vardır muhakkak ama buradaki manzaranın ve renklerin güzelliğine bakınca 'O aynı zamanda çok iyi bir ressam' demek geliyor içimden... Aslında adı konulmamış bir olağanüstülüğün içindeyiz ancak yön levhalarıyla ve Matka'nın oldukça sempatik görünen simgesini üzerinde taşıyan tabelalarla her defasında nerede olduğumuzu ve nereye yürüdüğümüzü bir kez daha hatırlıyoruz.    




Az sonra ahşap bir kapı karşımıza çıkıyor ardından çiçekler, banklar ve göle doğru inen merdivenler. Doğanın sunduklarıyla inşa edilmiş küçük küçük yapılar ile kanyondaki tek otel olan Canyon Matka Oteli'ni görüyoruz. Ama ondan önce St. Andera Kilisesi'nin taş duvarları dikiliyor önümüze. Bu görkemli kilisenin tarihinin 14. yüzyıla dek uzandığını öğreniyoruz. Kilisenin yanındaki bankta oturan ve bize gülümseyen yaş almış gezgin bir çiftle sıcak bir selamlaşmanın ardından Canyon Matka Hotel'in önüne geliyoruz. Sıcacık bir atmosferle yüklü olan bu otelin restoran bölümünden duyulan hoş bir müzik sesi, bir şeyler yiyip içen ve karşılarındaki muhteşem manzaranın tadını çıkaran insanların sesleriyle birbirine karışıyor. 

Matka Kanyon'unda 77 endemik kelebek türü bulunuyor. Ayrıca kanyon içerisinde 3 tane kilise ile irili ufaklı çok sayıda mağara da yer alıyor.




Parkurda ilerledikçe zemin keskin ve kaygan taşlara dönüşüyor. Burada yürürken oldukça dikkatli olmanız gerekiyor. Yürürken Kuzey Makedonya'ya geldiğimizde yapılacaklar listemizi yeniden gözden geçiriyoruz. Ve işte o ana çok yaklaştık. Sıra Matka Kanyo'nunda kano gezintisinde... Geldiğimiz yöne geri dönüyoruz hemen aşağıda bulunan yüzer iskeleye iniyoruz. Can yeleklerimizi giyip küreklerimizi seçiyoruz. Bir fiber kanoya binip bir çocuğun hayalinin gerçekleşmesi gibi seviniyoruz. Güneş tam tepemizde. Olsun. Suyun üzerindeyken vadinin rüzgarı püfür püfür esiyor. 

Matka


Buraya geldiğinizde kanoya binen çok sayıda ziyaretçi göreceksiniz. Tabii ilk kez binenler hemen kendilerini ele veriyor. Gezi teknesi geçtiğinde ardında bıraktığı dalgalar nedeniyle dengesini kaybedenler devrilme paniği yaşayanlar ve hatta suya düşenler... Burada ayrıca profesyonel kürekçiler de tur atıyor. Biz Vrelo Mağarası'na kadar kürek çekmeyi düşünüyoruz. Ancak günü sadece burada tamamlamayacağımız için daha fazla kendimizi yormadan iskeleye dönmeye karar veriyoruz. Geri dönerken rüzgar bu kez tam karşımızdan esiyor. 

Başka bir ülkede yemyeşil dağların arasından kıvrılarak akan sularda kano ile kürek çekmek gerçekten çok keyifliydi. Yürüyerek göremeyeceğimiz doğal güzellikleri görme fırsatı yakaladık. Burada tekne turuna çıkanların kanoya binenlerin fotoğraflarını ve videolarını çekerek el sallaması da güzel bir ritüele dönüşmüş. Hiç tanımadığımız insanların tatil videolarında renkli birer anı olarak kaldık. Yarım saatlik kano kiralama ücreti ise 5 Euro / 300 Makedon Dinarı (MKD)...




Dünyanın En Doğal 7 Harikasından Biri: Vrelo Mağarası

Matka Kanyonu'na gelindiğinde mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri de Vrelo Mağarası. Dünyanın en doğal 7 harikası projesi için aday gösterilen bu mağaraya tekne ile ulaşım sağlanıyor. Kano sürüşünden sonra bu kez bir teknedeyiz. Kanyonun sularını Musa'nın asası gibi adeta ikiye bölen tekne ile yaklaşık 20 dakikalık masalsı bir yolculuk yaptık. Yeşilin bin bir tonu, tertemiz bir hava, su üzerinde oynaşan yaban ördekleri, vadinin kuytularında yapılmış küçük balıkçı kulübeleri ile kiliseler ve vadinin ıssızlığının insanın ruhunda uyandırdığı huzur... Ve şimdi sıra tekneden ayrılıp Vrelo Mağarası'nın merdivenlerini tırmanmaya geldi. Küçük bir seyir terasında ellerimizde yine telefonlar var çünkü karşımızdaki bu nefis manzaranın oluşturduğu görsel şöleninin hiçbir ayrıntısını kaçırmak istemiyoruz.



Mağaraya demir bir kapıdan giriş yapıyoruz. İçeriye doğru merdivenlerden iniyoruz. Nem gittikçe artıyor. Kayıp düşmemek için trabzanlara daha sıkı tutunuyoruz. Karşımızda rengarenk ışıklandırılmış  Vrelo Mağarası'nın sarkıtları. Olağanüstü bir görüntü. Üzerimize birkaç damla su düşüyor. Mağaradaki sarkıtların ve dikitlerin oluşumu hala devam ediyor. Bu mağarayı özel kılan gölün kenarında ise anı ölümsüzleştirmek adına sırayla fotoğraf çekiyoruz. Bu göl coğrafi açıdan çok önemli bir yere sahip, çünkü dünyanın bir mağara içinde keşfedilmiş en derin yeraltı suyu olduğu söyleniyor. Vrelo Mağarası turunun iki kişilik ücreti ise 17 Euro / 1000 MKD...

Vrelo Cave




Vodno Dağı ve Milenyum Haçı

Matka Kanyonu'ndan ayrılıyoruz ve yeni rotamızı oluşturuyoruz. Aracımızla Vodno Dağı'na doğru yola çıkıyoruz. Önce Üsküp merkezine dönüyoruz. Ardından kente hakim konumdaki dağın eteklerinde yavaş yavaş yükselmeye başlıyoruz. Yükseldikçe şehrin görece varlıklı kesiminin yaşadığı bölgeden geçip bir orman yoluna çıkıyoruz. Trafik burada iki yönlü, bu yüzden yol dikkatli araç kullanmayı gerektiriyor. Üsküp'te bisiklet günlük yaşamın bir parçası. Bu yolda bisikletiyle Vodno Dağı'na tırmanan veya dağdan iniş yapan çok sayıda insanla karşılaştık. Üsküp halkı etrafındaki doğal güzelliklerin keyfini çıkarmayı biliyor.

Üsküp



Matka Kanyonu'ndan yaklaşık 40 dakika süren bir yolculuğun ardından bizi Vodno Dağı'nın zirvesine ve Milenyum Haçı'na çıkaracak teleferiğe varıyoruz. Dik yamaçlardaki ormanlık alanın ortasına inşa edilmiş olan teleferikle yükseldikçe Üsküp tüm güzelliği ile adeta ayaklarımızın altına seriliyor. 1066 metre yüksekliğindeki dağın zirvesine ulaşmak için teleferikle yaptığımız bu yolculuğumuz yaklaşık 20 dakika sürüyor. İndiğimizde bizi şehrin her noktasından çıplak gözle görülebilen 66 metre yüksekliğindeki Milenyum Haçı karşılıyor. Milenyum Teleferik'in iki kişilik ücreti 200 MKD...



Milenyum Haçı 2002 yılında Hristiyanlığın 2000. yılı şerefine Vodno Dağı’nın zirvesine inşa edilmiş. Üsküp’ün en önemli simgelerinden biri olan bu yapının inşası için bir çok Avrupa ülkesi ve ABD destekte bulunmuş. Haç'ın bulunduğu alan turistik açıdan yoğun ziyaretçi çekiyor.  

Üsküp, Skopje




Milenyum Haçı'nın etrafında kafe, restoran ve hediyelik eşya satın alabileceğiniz butik mekanlar mevcut. Ayrıca burası şehri panaromik olarak görebileceğiniz ve fotoğraflayabileceğiniz en güzel yerlerden biri. Vodno Dağı'ndan Balkanlar'ın coğrafi yapısını da keşfedebiliyorsunuz. Burada vakit geçirebileceğiniz şehir manzaralı piknik alanları ile seyir terasları da bulunuyor. Haç'ın hemen yakınına ise ileride şehrin en önemli simgesi olmaya aday yeni bir kule inşa ediliyor.

ckoncko beer



Kuzey Makedonya'daki ikinci günümüzde Üsküp ve çevresinde görmek istediğimiz yerleri gezdik. Günün yorgunluğunu atmak için şehir merkezindeki turistik mekanlardan ziyade Makedonların takıldığı cadde ve mekanları keşfettik. 




Şehirdeki son akşamımızda güzel bir barda günü noktalayıp kaldığımız otele geri döndük. Sabah Ohrid'e yolculuk var...



Teşekkürler Dünya!  

  


 

  
   

6 Eylül 2024 Cuma

HEYKELLER VE KÖPRÜLER ŞEHRİ: ÜSKÜP

Balkan Yarımadasında Yugoslavya'nın dağılmasıyla oluşan ülkeler özellikle son yıllarda hem Türkiye'ye olan coğrafi yakınlıkları hem de vizesiz ve ucuza seyahat etme imkanı sunmaları nedeniyle en çok tercih edilen kültür turu rotalarının başında geliyor. Bir yıl önce tam da bu zamanlarda Balkanlar turumuza Sırbistan ile başlamıştık. Bu yıl ise Yunanistan ile 27 yıl boyunca isim krizi yaşayan ve 2018 yılında yapılan bir anlaşma ile resmi adını "Kuzey Makedonya Cumhuriyeti" olarak değiştiren Makedonya ile Balkanlar turumuza devam ettik. Bu ülkedeki ilk durağımız heykeller ve köprüler şehri Başkent Üsküp oldu. 

İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan Kuzey Makedonya'nın Başkenti Üsküp'e olan uçuşumuz yaklaşık 1 saat 20 dakika sürdü. Uçuş boyunca yeni bir ülkeye seyahat ediyor olmanın verdiği o tatlı heyecan bizi sardı. Uçağın penceresinden dışarı bakarken evler, arabalar, yollar, ovalar ve dağlar küçüldükçe küçüldü. Bembeyaz bir bulut tarlasının üstünde süzülürken yeni gezi planlarımızla ilgili kocaman hayaller kurduk. Balkanlar'dan gelen yağmur yüklü bulutlar Türkiye'ye doğru hızla akıp giderken Üsküp'te güneşli ve sıcak bir hava bizi bekliyordu. 



Kuzey Makedonya Cumhuriyeti yaklaşık iki milyonluk bir nüfusa sahip. Nüfusunun yarısından fazlasını Hıristiyan Makedonlar oluşturuyor. Makedonlar aynı zamanda ülkenin en zengin ve egemen yönetici sınıfı. İkinci sıradaki en kalabalık etnik grup ise Müslüman Arnavutlar. Onların ardından Müslüman Türkler geliyor. Kuzey Makedonya kuzeyinde Kosova ve Sırbistan, doğusunda Bulgaristan, batısında Arnavutluk ve güneyinde Yunanistan ile çevirili durumda...


Kuzey Makedonya'ya vizesiz olarak sadece pasaportla seyahat edebiliyorsunuz. Uçaktan inip pasaport kontrolünden geçtikten sonra bizi ilk olarak Üsküp'ün neredeyse her meydanında ve caddesinde reklamını gördüğümüz ülkenin milli bira markası Skopsko'nun 'Hoşgeldiniz' yazılı reklam panosu karşıladı. Bira içmeyi seven biri olarak bu tabii benim çok hoşuma gitti.:) Bavullarımızı alıp çıkışa doğru yöneldik ve araç kiraladığımız şirketin çalışanları tarafından karşılandık.



Aracımızı alıp Üsküp Havalimanı'ndan çıktık ve şehir merkezindeki otelimize doğru yola koyulduk. Havalimanı ile şehir merkezine bağlanan ücretli yoldaki gişelerde nakit olarak ödeyeceğiniz yol ücretini sizden gişe memurları alıyor. Otomobil geçiş ücreti ise 1 Euro / 40 MKD (Makedon Dinarı) şeklinde belirlenmiş. Biz MKD ile ödeme yaptık ve bu da yaklaşık 24.5 TL'ye karşılık geliyor. Şehir merkezine yaklaştıkça araç yoğunluğu artsa da trafik hiç aksamadan sakin bir şekilde ilerliyor. Gözlemlediğimiz kadarıyla hız kurallarına genel olarak herkes uyuyor ve trafikte yayalara öncelik tanınıyor. Ülke nüfusunun dörtte birini barındıran Üsküp'te korna sesini çok ama çok nadiren duyuyorsunuz. Türk Çarşısı ile Bit Pazarı'nın birleştiği noktaya geldiğinizde ise trafik akışı ile araçların park edilme şekillerini gördüğümüzde kendimizi bir anda Türkiye'deymişiz gibi hissettik.




Otele gelip bavullarımızı bıraktıktan sonra Üsküp caddelerini adımlamaya başladık. İlk karşılaştığımız görkemli ve büyük yapı bembeyaz bir şatoyu andıran Kuzey Makedonya Hükümet Binası oldu. Binanın önündeki kaldırım boyunca bariyerler bulunuyor. Ancak bina girişinde ve etrafında dolaşan tek bir polis ya da güvenlik görevlisi görmedik. Kuzey Makedonya Küresel Barış Endeksi'ne göre dünyanın en güvenli ülkeleri sıralamasında üst sıralarda yer alan ülkelerin başında yer alıyor. Bu ülkenin kendine has sorunları olsa da otoriter bir polis devleti olmadığını caddelerinde dolaşırken rahatlıkla sezebiliyorsunuz.  




Çok kimlikli, çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir toplum yapısına sahip ülkede, Makedonların oldukça uzlaşmacı ve liberal bir yaklaşımla ülke yönetimini ellerinde tutuklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. 


Vardar Nehri 

Üsküp'ü ikiye bölen Vardar Nehri boyunca yürüyüşümüze devam ettik. Vardar'ın hızla akan sularına rağmen hayat bu kentte tam aksine bir o kadar da sakin akıyor. Nehir kenarında yürüyüş ve bisiklet yolları yapılmış. Bu şehirde bisiklet kullanan ve parklarda spor yapan çok fazla insan var. Spora büyük önem verildiği insanların her halinden ve hareketinden anlaşılıyor. 




388 km uzunluğundaki Vardar Nehri Makedonya'dan doğup Yunanistan topraklarına geçerek Ege Denizi'ne dökülüyor. O meşhur türküye konu olan Vardar Ovası da Kuzey Makedonya sınırları içerisinde yer alıyor. 

Üsküp'te adım başı bir heykele rastlıyorsunuz. Bu kent adeta heykeller ve köprüler şehri desek yanlış bir tanımlama olmaz. Küçük bir oyun oynayıp heykelleri saymaya kalktığınızda bir yerden sonra sonunu getirememeye başlıyorsunuz ve saymayı bırakıyorsunuz. Üsküp'teki köprülerde, meydanlarda, cadde ve sokak girişlerinde ve hatta binaların üstünde yer alan yüzlerce heykelle ilgili bazı rivayetler kulağımıza çalındı. Öyle ki hükümetin bu heykellerin yapımı için ciddi miktarda kamu kaynağını harcamasına halkın tepki gösterdiği söyleniyor. Heykellerin bazılarının sprey boya ile boyanmış olması ve bilgilendirilme tabelalarının yine boyalarla silinmeye çalışılmış olması bize bazı sorunlar yaşandığını gösteriyor.




Üsküp'te yaptırılan yüzlerce heykele tepki olarak "Makedonya'nın yüzde 70'i Makedon yüzde 20'si Arnavut yüzde 10'u da heykel" şeklinde esprili bir söylem yayılmış. 


Makedonyalı Büyük İskender Anıtı

Üsküp'ün kalbi konumundaki Makedonya Meydanı'na geldiğimizde bizi devasa büyüklükteki Makedonyalı Büyük İskender'in heykeli karşıladı. Heykelin bulunduğu alan kentteki Hıristiyan çoğunluğun yaşadığı bölge içerisinde yer alıyor. Büyük İskender Heykeli Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının 20. yılına özel olarak 2011 yılında bulunduğu meydanın tam ortasına dikilmiş. 15 metre uzunluğundaki heykel İskender'in atı üzerinde kılıcını çekmiş vaziyette ve  Vardar Nehri'nin diğer kenarında yer alan babası II. Philip'in heykelini adeta selamlar şekilde konumlandırılmış. Heykel Makedonya'nın bağımsızlığının önemli bir simgesi durumunda... 




Büyük İskender Heykeli'nin ardından hemen yakınlarındaki Makedonya Zafer Kapısı ya da bir diğer ismiyle Makedonya Takı'na geldik. 2012 yılında yapımı tamamlanan kapının Makedonya'nın bağımsızlığının ve halkının bu uğurda verdiği mücadelenin bir simgesi olduğu vurgulanıyor. Şehre yine Avrupa'nın diğer tarihi kentlerinden ilham alınarak kazandırılan bu eserin üzerinde Makedonya'nın tarihinde önemli yer tutan kişileri simgeleyen kabartmalar yer alıyor. Makedonya Kapısı Üsküp'ü ziyaret eden turistlerin en çok uğradığı ve fotoğraf çektirdiği yapıların başında geliyor.



Üsküp'ün merkez noktası olan Makedonya Meydanı ve çevresindeki tüm heykeller ve yapılar aslında Üsküp 2014 Projesi kapsamında yakın dönemde inşa edilmiş. Milyonlarca avroya mal olan "Üsküp 2014” projesi, Üsküp'ün zengin ve renkli kültür mirasını yansıtan eserleri yenilemek yerine Makedon milliyetçiliğini öne çıkarmayı planladığı iddiasıyla oldukça tepki çekmiş.  

Rahibe Teresa Evi

Makedonya'ya gelindiğinde en çok ziyaret edilen müzelerin başında Rahibe Teresa Anıt Evi yer alıyor. Büyük İskender Heykeli'nin bulunduğu meydandaki tabelalar sizi bu anıt evine doğru yönlendiriyor. Anıt Evi'ne doğru yürürken sağlı sollu çok sayıda kafe ve restoran sıralanmış. Şehrin en hareketli caddelerinden birinden ilerlediğiniz bu yürüyüş yolunun sonunda ise Üsküp Şehir Müzesi'ne varıyorsunuz. Kalabalık yerli ve yabancı turist kafileleriyle karşılaştığınızda  Rahibe Terasa Anıt Evi'ne geldiğinizi anlıyorsunuz. 




Üsküp doğumlu ve asıl adı Agnet Gonca Boyacı olan Arnavut kökenli Katolik Rahibe Teresa, Hayırsever Misyonerler Cemaati'nin kurucusu olarak yaptığı yardım faaliyetleri nedeniyle 1979 yılında Nobel Barış Ödülü'ne layık görülmüş. İlk vaftiz edildiği Kutsal Roma Katolik Kilisesi'nin bulunduğu alana onun adına 2009 yılında bir anıt evi inşa edilmiş. Doğrusu Rahibe Teresa Evi'nin çok da estetik ve bakımlı bir görünümde olmadığını söylememiz gerekiyor. 





Müzeye girişler ücretsiz. Heykeller şehrinde olduğunuzu hatırlatırcasına dışarıda sizi ilk olarak Rahibe Terasa Heykeli karşılıyor. Teresa'nın evine merdivenlerle çıkıp giriş yapabiliyorsunuz. Müze içerisinde Rahibe Teresa'nın fotoğraflarıyla dolu anı tabloları, el yazması mektupları, belgeleri, ortada bir yemek masası ve yine Teresa'ya ait bal mumu heykeli ile yatak odasının canlandırması sergileniyor. Yemek masasına oturulmaması yönündeki uyarı yazısının Türkçe olarak da yazılmış olması çok dikkatimizi çekti:) Müzenin ikinci katında ise Katoliklerin ibadeti için bir Kilise ve toplantı için ayrılmış bir bölüm yer alıyor.


Üsküp'ün bir başka simgesi olan çift katlı kırmızı otobüsler...


Taş Köprü

Eski Çarşı bölgesine gitmek için geldiğimiz yöne geri döndük ve Büyük İskender Heykeli'ni de geride bırakıp  sıra Taş Köprü'den geçmeye geldi. Taş Köprü Üsküp'ün iki yakasını birleştiren onlarca köprüden biri ama tarihi bir köprü olması nedeniyle de kentte ayakta kalmış en önemli mimari eserlerin de başında geliyor. Vardar Nehri'nin üzerinde yer alan köprü tarihi bir Osmanlı köprüsü. Fatih Köprüsü veya Fatih Sultan Mehmet Köprüsü olarak da adlandırılıyor. 214 metre uzunluğunda ve 6 metre genişliğindeki Taş Köprü Üsküp'ün Hıristiyan ve Müslüman bölgelerini birleştiriyor. 




Osmanlı, "sosyal yapı" olarak Türkiye'de kaybolmuş olsa da Makedonya'da hala yaşamaya devam ediyor. Bu ülkede birtakım sorunlar ve tarihten gelen karmaşık durumlar mevcut olsa da kültürel çoğulculuğun hakim olduğu barış ve uyum içinde bir yaşam sürdürülüyor.


Taş Köprü'den geçtiğinizde Türkiye'de artık modern mimarinin gölgesi altında kaybolmaya ve iyice bozulmaya yüz tutmuş şekilde görmeye alıştığımız ama burada orijinal haliyle dokusu korunmuş eski tip bir çarşı, bir dizi cami, hamamlar, köfteciler, geleneksel manifaturacılar, kuruyemişçiler, kahvehaneler, çay ocakları ve seyyar satıcılar sizi karşılıyor. Konuşulan dil değişiyor ve ezici çoğunluğunu Türk ve Arnavut Müslümanların oluşturduğu bu bölgede artık kendi dilinizle iletişim kurabiliyorsunuz. Bir zamanlar Osmanlı'nın bu bölgedeki egemen sınıfı olan Müslüman kesimin artık Taş Köprü'nün karşı kıyısında ülkenin bağımsızlığından sonra yeni bir ulus kimliği inşasına girişen Makedonların gerisinde kaldığını fark ediyorsunuz. 



Eski Türk Çarşısı tüm bu farklılık ve kendi içindeki tezatlıklarına rağmen oldukça sempatik ve görülmeye değer bir yer. Bu bölge aynı zamanda turistlerin en çok ziyaret ettiği ve şehrin en hareketli eğlence mekanlarını da bünyesinde barındırıyor. Eski Türk Çarşısının bir kolu tarihi Mustafa Paşa Camii ile Makedonya Cumhuriyet Müzesi'ne bir diğer kolu ise Bit Pazarı'na kadar uzanıyor. Çarşı içerindeki Çifte Hamam ve Murat Paşa Camii görülmeye değer tarihi yapılar olarak karşınıza çıkıyor.




Taş Köprü'nün Hıristiyan mahallesine geçip Avrupai bir mekanda filtre kahvenizi veya biranızı yudumladıktan sonra köprünün diğer tarafına geçtiğinizde bir esnaf lokantasında köftenizi yiyip Türk kahvenizi içebiliyor ya da bir kahvehanede çayınızı içip tavla oynayabiliyorsunuz. Şehri ilginç kılan tam da bu kompozisyon...


Üsküp'e gelip Eski Türk Çarşısı'nın meşhur köftelerinden yememek olmazdı. Burada isim yapmış birkaç popüler köfteci bulunuyor. Eski Çarşıya doğru yürürken karşınıza ilk olarak Destan Restoran çıkıyor. Gezerken iyice acıktığımız ve yorulduğumuz için hemen kendimize bir masa bulup oturduk. 1913 yılından beri hizmet veren Destan Restoran'ın Türkçe menüsü de bulunuyor. Kömür ızgarada pişirilen ve  porsiyon 10 kebap şeklinde isimlendirilmiş köfte tabağı ile yine buraya özgü içi kaşkaval peynirli şar köftesi söyledik. Yanlarına söylediğimiz şopska adı verilen geleneksel bir salata tabağı ile iki Skopsko bira harika eşlikçiler oldu.


Porsiyon 10 Kebap 320 MKD
Şar Köftesi 420 MKD
Şopska 130 MKD
Skopsko Bira 150 MKD




Yemeğimizi yedikten sonra Eski Çarşıda biraz süre daha yürümeye ve fotoğraf çekmeye devam ettik. Türkçe isimli kafelerin bulunduğu sokağa geldiğimizde kahve kokuları bizi esir aldı ve burada nasıl sunulduğunu merak ettiğimizden dolayı da birer Türk Kahvesi molası verdik. Kahvelerimiz alışılmışın dışında büyük fincanlarda sunuldu.:) (80 MKD)





 Bu keyifli sokaktan çıkıp Üsküp Kalesi'ne doğru yöneldik. Ancak ziyaret saatini kaçırdığımız için kalenin sadece bir kısmını görme fırsatı bulabildik. Kaleden çarşı istikametine doğru dönüp eğlence mekanlarının bulunduğu sokağa geçtik. Burada kendi biralarını üreten eski bir bira fabrikasının bahçesinde biralarımızı yudumlayarak keyifli bir zaman geçirdik.
(Craft bira 150 MKD)  




Havanın yavaş yavaş kararmaya başlaması ile yeniden Taş Köprü tarafına oradan da Makedonya Arkeoloji Müzesi'nin bulunduğu alana doğru yürüdük. Müze binasının görkemli görünümü aydınlatma ışıklarının yanmaması nedeniyle biraz sönük kalmış olsa da bir yandan Vardar Nehri üzerindeki ahşap gemi restoranlarının nehir sularının üzerindeki ışık oyunlarını izledik bir yandan da nehrin karşı kıyısındaki mekanlardan yükselmeye başlayan müziğin sesini dinledik. Üsküp aynı zamanda bir köprüler şehri. Arkeoloji Müzesi'nin hemen önünde Sanat ve Medeniyet Köprüleri sıralanıyor. Sanat Köprüsü ülkenin sanatçılarının yazarlarının ve bilim insanlarının heykellerini,  Medeniyet Köprüsü ise halkın gelişimine katkıda bulunan önemli şahısların heykellerini barındırıyor. Köprülerin ve heykellerin sayısı bu şehirde adeta birbirleriyle yarışıyor.




Günün yorgunluğu iyice bastırırken Vardar Nehri kenarındaki yürüyüş yolundan kaldığımız otele geri döndük. Nehir kenarında yine yürüyüş yapan, bisiklete binen ve spor yapan çok sayıda insanla karşılaştık. Asırlık ağaçların altında sıralanmış eski birahaneler ve kafelerde oturan keyifli insanlar gördük. Yürürken gezimizin ilk gününün değerlendirmesini de yaptık. Sevgili Eşim Özgenaz ile "Üsküp sence nasıl" diye birbirimize sorduk ve "sevimli ve sempatik bir kent" şeklinde ortak bir ifadede buluştuk. Sağa sola çöp atmak ve tarihi yapıların duvarlarına isimler yazıp grafiti yapmak burada da önemli bir sorun olarak gözümüze çarptı. Her şeye rağmen şehrin en büyük ve yeşillikler içindeki parkının yanındaki otelimize giriş yaparken üzerimizde görmek istediğimiz yerlere gelebilmiş olmanın mutluluğu vardı.




Teşekkürler Dünya!
  
 




  




KUMLUCA'DA BİR HAFTA SONU KAMPI: ARIKAYASI ŞELALESİ SU YÜRÜYÜŞÜ

Önce bir yağmur damlası düştü. Sonra ikincisi... Sonra bir baykuş öttü. Gecenin tam üçüydü ya da ikisiydi... Zamanın akışı o anlarda belli b...