Hızlı bir kahvaltının ardından, bir gün önce bizimle paylaşılan Nizami Caddesi’ndeki konumda rehberimizle buluşuyoruz. Aracımızın bulunduğu caddeye doğru ilerlerken, Nizami Caddesi’nin sabahın erken saatlerindeki sakin halini de görme fırsatı buluyoruz. İş yerlerine gitmek için acele eden birkaç insan dışında, caddenin genelinde sessizlik hakim. Akşam saatlerindeki o canlı atmosferden, kalabalıktan ve mekanlardan yükselen müzik seslerinden ise eser yok.
Bugün Bakü’den biraz uzaklaşacağız. İlk durağımız, Bakü merkezine yaklaşık yirmi dakika mesafede yer alan tarihi Bibiheybet Camii. Azerbaycan, İran’dan sonra nüfusunun çoğunluğunu Şii Müslümanların oluşturduğu bir ülke. Ancak Azerbaycan toplumu mezhepsel çatışmalardan uzak, ılımlı ve hoşgörülü bir dini yapıya sahip. Şii ve Sünni topluluklar aynı camide birlikte ibadet edebiliyorlar; tıpkı Bibiheybet Camii’nde olduğu gibi. Ülkenin laik bir idari yapıya sahip olması ve toplumda sekülerliğin yaygın olması da bu uyumun en önemli dayanaklarından biri.
Bibiheybet Camii, Bakü’de Hazar Denizi kıyısında yer alıyor. Hz. Muhammed’in soyundan geldiğine inanılan Ukeyma Hanım’ın türbesi üzerine 13. yüzyılda inşa edilmiş kutsal bir yapı. Şirvanşahlar döneminde yapılan cami, halk arasında şifa ve dileklerin kabul edildiği manevi bir ziyaret yeri olarak tanınmış. 1936’da Sovyet yönetimi tarafından yıkılmış, Azerbaycan’ın bağımsızlığından sonra 1990’larda aslına uygun biçimde yeniden inşa edilmiş. Bugün ise hem ibadet mekanı hem de turistik bir simge olarak Bakü’nün en önemli tarihi duraklarından biri.
Bibiheybet Camii’nin bulunduğu kasabanın dokusu da oldukça dikkat çekici. Bakü’deki yeşillikler burada yerini sarı tonların hakim olduğu, çölü andıran bir bitki örtüsüne bırakıyor. Ayrıca bölgede daha geleneksel bir yaşamın hüküm sürdüğünü hemen hissediyorsunuz. Bibiheybet Camii, Bakü’nün en önemli dini ve turistik mekanlarından biri olsa da hakiki dokusunu kısmen kaybetmiş olmasının etkisiyle olsa gerek, tarihle harmanlanmış mistik atmosferini çok yoğun bir şekilde hissetmek mümkün olmuyor. Yine de fotoğraf çekmek ve bulunduğu noktadan Bakü Körfezi’ne doğru uzanan manzarayı izlemek için kesinlikle gezilmeye değer bir yer.
Gobustan Rayonu'na Doğru
Yeniden yola koyuluyoruz ve Bakü Körfezi’nin güneybatısından uzanan otoyolda, Hazar Denizi’ni solumuza alarak Gobustan Rayonu'na doğru yaklaşıyoruz. Bakü’den yaklaşık bir saat uzaklıkta bulunan bu kentin hemen yakınlarındaki çamur volkanlarını görmeye geliyor şimdi sıra. Ancak çamur volkanlarına ulaşmak öyle pek kolay değil. Yolun bu kısmında, arazi tipi ya da araziye uygun eski model çoğu Rus yapımı araçlarla adrenalin dolu bir safariye çıkmak için tur aracımızdan iniyoruz.
Biraz erken davranabilseydim, çok merak ettiğim 4x4 Lada Niva’lardan birine binmek isterdim. Ancak başka bir yerde binme ihtimalimin oldukça düşük olduğu, bir dönem Sovyetler’in moda otomobillerinden biri olan Lada 2107 ya da Azerbaycan'da halkın taktığı ismiyle "Nolyeddi 07" modeline biniyoruz.
Toz toprak içinde, hoplaya zıplaya, aracın içinde sağa sola savrularak çıplak bir arazide yaklaşık 15–20 dakika sürecek yolculuğumuz başlıyor. Adeta bir çöl safarisi gibi, çorak arazilerden ve yer yer volkan tepelerinin arasından aracın gidebildiği son hızla ilerliyoruz. Araçta, tur sırasında tanıştığımız ve Hindistan’dan geldiğini söyleyen bir arkadaşımız da bizimle birlikteydi. Onunla arka koltukta oturuyorum.
Araç zıpladıkça şoförün bozuk koltuğu sürekli geriye yatıyor, ben de bacaklarımla ittirerek koltuğu sabit tutmaya çalışıyorum. Araç, bu arazide ve bu hızla giderken adeta dağılacakmış gibi hissettiriyor. Zaman zaman lastikler toprak zeminde kayıyor ama bu arazilere alışkın şoför gülümseyerek, bize yakın zamanda patlayan bir volkandan bahsederek yoluna son sürat devam ediyor.
Ateşler ülkesinde, yerin altı deyim yerindeyse fokur fokur kaynarken, biz de yer kabuğunun belki de en yumuşak yüzeyinde sanki dans ediyoruz.
Çamur volkanlarının bulunduğu alanda aracımızdan iner inmez, bulunduğumuz yerin atmosferini ilerleyen zamanlarda yeniden hissedebilmek ve hatırlayabilmek adına fotoğraf ve video arşivimize yenilerini eklemeye koyuluyoruz. Burası gerçekten oldukça ilginç bir bölge. Küçük volkan tepeciklerinin her biri, sürekli olarak sulu ve çamurlu kabarcıklar püskürtüyor. Başlangıçta bu çamurlu yapıya dokunduğumuzda sıcaklık hissedeceğimizi düşünmüştüm; ancak içerisindeki metan gazının, yüzeye çıkan çamurlu sıvıyı soğuttuğunu öğreniyoruz.
Volkanik çamur materyallerinden oluşan çamur volkanları; çamur, gaz, kaya parçacıkları ve su püskürten küçük tepeciklerden meydana geliyor. Bu doğal oluşumların benzerleri, Kobustan’daki farklı alanlara da yayılmış durumda. Bölgedeki bazı noktalarda ise turizmi canlandırmak amacıyla konaklama tesisleri inşa edilmeye başlanmış. Ayrıca, çamur banyosu yapanların ardından Hazar Denizi’nin sularında yıkanmalarının da geleneksel bir ritüel olduğunu öğreniyoruz.
Bizi çamur volkanlarına götüren taksi şoförlerinden biri, metan gazının yoğunluğunu göstermek için çakmağını çıkarıp küçük bir tepecikten fışkıran tabakayı ateşliyor. Alev bir anda beliriyor ve gazın gerçekten ne kadar yoğun olduğunu gözlerimizle görüyoruz. Çamur tabakasını şişelere doldurup yanında götürmek isteyen çok sayıda kişinin olduğunu da öğreniyoruz. Etrafta gördüğümüz boş pet şişelerin nedenini böylece anlamış oluyoruz.
Biz de merakımıza yenik düşüp ellerimize bir miktar volkanik çamur tabakasından sürüyoruz. Rehberimiz, bu çamurun cilde iyi geldiğine inanıldığını ama yan etkilerinin olup olmadığının tartışmalı bir konu olduğunu söylüyor. Böylece kesinliği pek olmayan bir doğal tedavi efsanesini de paylaşılacak bilgi listemize eklemiş oluyoruz.
Yeniden arazideyiz, safari devam ediyor. Toz dumana karışıyor. Hava sıcaklığı yüksek, dolayısıyla aracın içi de oldukça bunaltıcı. Bu eski model araçta klimayla serinleme şansımız elbette yok. Şoför, lastiklerden yükselen toz dumanının içeriye girmemesi için çevirmeli kolla çalışan camları kapatmamızı söylüyor.
Sovyetler sanki bu aracın üzerine çöküvermiş gibi, yorgun kaportasından gıcırtılı sesler yükseliyor. Vites kolu, engebeli arazinin yarattığı titreşimle sanki birazdan yerinden çıkıp gökyüzüne fırlayacakmış gibi duruyor. Arazinin en sert noktalarında soluk soluğa kalan motor ise adeta öksürük krizine girmiş yaşlı bir adamı andırıyor. Tüm bu detaylar, yolculuğa bambaşka bir karakter kazandırıyor.
Bir süre sonra, tur aracımızın bizi beklediği ana yola yeniden ulaşıyoruz. Araçtan indiğimizde sanki hafif bir sarhoşluk hali içerisindeyiz. Derin bir nefes alıp birbirimize bakıyoruz. Tüm bunları yaşamış olmanın, güzel bir macerayı daha anılarımıza eklemenin mutluluğu üzerimizde. Bizimle birlikte hareket eden diğer tur yolcularıyla “Bu neydi yahu!” der gibi şaşkın ve neşeli yüz ifadeleriyle birbirimize bakıp gülümsüyoruz.
Gobustan (Kobustan ya da Qobustan) Milli Parkı
Parkta, eski dönemlerden kalma taş oymalar, av sahneleri, çeşitli dini ritüelleri yansıttığına inanılan çizimler, insan ve hayvan figürleri gibi birbirinden ilginç ve tam olarak tarihlendirilemeyen kültürel miras örnekleri sergileniyor. Burası ayrıca UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alıyor.
Eşsiz güzellikteki Hazar Denizi manzarasının da eşlik ettiği bu alanda dolaşmak, binlerce yıl öncesine ait çizimleri yakından görmek ve bugünün bilgi birikimi ve değer yargılarıyla onları anlamlandırmaya çalışmak hem büyüleyici hem de son derece keyifli bir deneyim oluyor.
Üst Paleolitik (M.Ö 50000-10000) döneme tarihlenen bölge, Azerbaycanlı arkeolog İshaq Caferzade tarafından 1939 yılında bulunmuş. İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk gelen bu dönemde kazı çalışmaları ilerleme fırsatı bulamasa da, 1947 yılı itibarıyla kesintisiz devam etmiş. 6000 civarında petroglif (kaya üzeri tasvir) 20 civarında yaşam alanı ve 40 kurgandan oluşan buluntuyla sonuçlanan kazılar neticesinde bu alan 2007 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi dahil edilmiş. (1)
Öğle yemeğini yemek için yeniden Bakü'ye dönüyoruz. Kent merkezinde mola verdiğimiz restoranda Azerbaycan'ın geleneksel yemeği Şah pilavını ve Hazar Denizi'nden çıkan Nere (Mersin) Balığı'nı tadıyoruz. Yemekten sonra turumuza Bakü ve çevresini de kapsayan Abşeron Yarımadasında devam ediyoruz.
Yanardağ
Azerbaycan yazılarımda sık sık kullandığım bir ifadeyi bir kez daha tekrar edeceğim belki ama “Ateşler Ülkesi” tanımı bu ülkeyi en iyi şekilde özetliyor. Öyle ki ateş, burada yalnızca doğal bir oluşum değil; aynı zamanda bu coğrafyanın yaşam biçiminden eski inanışlarına kadar uzanan en güçlü sembollerden biri.
Sanki koca bir dağ kütlesinin içi gazla doldurulmuş ve o gaz tükeninceye dek yanmaya devam edecekmiş gibi bir görüntü var. Yanardağ’ın bulunduğu alanda küçük bir amfi, bir kafe ve kısa sürede gezilebilecek bir müze bulunuyor. Amfinin en üst basamağında bile alevlerin sıcaklığını hissedebiliyorsunuz.
Ateşin çıktığı noktaların çevresinde çok sayıda bozuk para göze çarpıyor. Rehberimizden, burada dilek dileyip ateşe bozuk para atma ritüelinin yaygın olduğunu öğreniyoruz. Yıllardır hiç sönmeden yanan bu ateşlerin, 20–30 yıl içinde yer altındaki gazın tükenmesiyle birlikte sönmesi bekleniyor.
Yanardağ’dan ayrılıp, sönmeyen ateşlerin yandığı bir başka önemli mekana doğru yola koyuluyoruz. Bu kez Bakü’nün kenar mahallelerinden geçiyoruz. Şehrin ana caddelerinde hiç görmediğimiz kadar çok sayıda şehit fotoğrafı, binaların dış cephelerine asılmış durumda. 2. Karabağ Savaşı’nda hayatını kaybedenlerin anısına oluşturulan anma evleri, dernekler ve vakıflar da yol boyunca karşımıza çıkıyor. Bu manzara, savaşlarda canıyla bedel ödeyenlerin kimler olduğu, hangi sınıfsal kesimlerden geldikleri konusunda da insana kabaca bir fikir veriyor.
Mabedin tam ortasında sönmeyen kutsal ateş yer alıyor. Günümüzde bu ateş, doğal gazla yanmaya devam ediyor. Mabedin merkezinde yanan ateşin çevresindeki odalarda ise geçmiş dönemlerde Zerdüştlüğün nasıl yaşandığını canlandıran figürler ve maketler bulunuyor. Odaların bir kısmı da eski eserlerin sergilendiği küçük müze alanlarına dönüştürülmüş durumda.
Ateşgah’ın, bölgede çıkan doğal gazın sürekli yandığını fark eden Hindistanlı tüccarlar tarafından inşa edildiği biliniyor. Zamanında Bakü’yü ziyaret eden seyyahlar, eserlerinde buradaki ateşin hiç sönmediğini ve mabette Hindistan’dan gelen dervişlerin ibadet ettiklerini anlatmışlar. Günümüzde müze olarak hizmet veren Ateşgah’ta, hem Azerbaycan tarihinin farklı dönemlerine ait eserler hem de dervişlerin ibadet sahnelerini betimleyen maketler sergileniyor. Her gün çok sayıda ziyaretçiyi ağırlayan Ateşgah’a, özellikle Hint turistler büyük ilgi gösteriyor.
Turumuzun son durağına gitmek üzere yeniden yola koyuluyoruz. Gün yavaş yavaş sona yaklaşırken, yalnızca 20 dakikalık bir fotoğraf molası vereceğimiz Haydar Aliyev Kültür Merkezi’ne geliyoruz. Azerbaycan’ın modern mimarisinin en özel örneklerinden biri olan bu yapı, gerçekten de son derece etkileyici bir tasarıma sahip.
Ancak bu kez içeriye girmeyeceğimiz için, şimdilik sadece belki de dünyanın en özgün modern mimari eserlerinden biri sayılan bu binanın ve onu çevreleyen zarif peyzaj alanının fotoğraflarını çekmekle yetiniyoruz. Haydar Aliyev Kültür Merkezi’ni gezebilmek için ise Bakü’deki son günümüzü ayırmaya karar veriyoruz.
Kobustan–Abşeron turumuzu sonlandıracağımız başlangıç noktasına doğru ilerlerken, Bakü’nün daha önce görmediğimiz cadde ve bulvarlarını da keşfetme fırsatı buluyoruz. Akşam saatlerinde trafik yoğun ve insanlar yavaş yavaş şehrin kalbine doğru akıyor. Biz de gün boyunca birlikte dolaştığımız rehberimiz ve diğer yol arkadaşlarımızla vedalaşıp, yeniden Nizami Caddesi’nin kalabalığına karışıyoruz.
Kaynak: https://www.rehbername.com/kesfet/gobustan-kobustan-milli-parki
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder