Syria etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Syria etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2025 Pazar

14 YIL ÖNCEKİ SURİYE'DE YOLCULUK(4): ÇÖLÜN GELİNİ GÖZLERİNİ YUMUNCA

Kalabalık ve telaşlı koşuşturmacaların olduğu bir otogardayız. Elimde kargacık burgacık Arapça el yazısıyla doldurulmuş bir otobüs bileti var. "Tedmur" diye sesleniyor biri az önce perona yaklaşan otobüsü göstererek. Evet, Tedmur'a diğer adıyla Palmira Antik Kenti'ne gideceğiz. Yanımda bir rahip beliriyor aniden; simsiyah cübbesi ve boynunda asılı kocaman bir haç var. Sanki kutsal yolculuğuna hazırlanan bir inananım ve o da bana rehberlik edecekmiş gibi. Gülümsüyor. Bileti gösteriyorum, koltuk numaramızı soruyorum. “Numara yazmıyor, istediğiniz yere oturun" diye cevap veriyor rahip ve elindeki kahverengi eski bir bavulla birden gözden kayboluyor. Şam'da hava çok sıcak ve sanırım sapsarı görüntülerle bir gündüz rüyası görüyorum. Az sonra bineceğimiz otobüsün kapısında dikilen biriyle göz göze geliyoruz. Polis merkezini işaret ediyor. Biraz endişeyle işaret ettiği yere gidiyoruz. Sessizce bilete mühür basıyor polis. Ne bir kelime ne de bir bakış... Sadece elinde bir sigara ve başında masmavi bir duman. Geçiyoruz otobüse. Yolculuk başlıyor. Rotamız: Suriye Çölü

1



Şam'a Veda

Şam'ı artık arkamızda bıraktık. Çöle doğru uzanan bir otoyoldayız. Otobüste hoşgeldiniz ikramı olarak mırra servisi yapılıyor. Yolculuk beklediğimizden daha konforlu. 37 ekran bir televizyon otobüsün tavanına monte edilmiş. Ekranda Arap sinemasından eski bir film dönmeye başlıyor. Otobüsün camından dışarıya bakıyorum bir süre. Adeta hiçliğin ortasındayız. Deyr-ez Zor ve Bağdat tabelaları gözüme çarpıyor. Vahada bitecek bir yolculuk bu. Pusulamız Dolunay, yolumuz çöl.

"Bağdat Cafe... Orada, Duruyor mu Hala?"

Şam ile Palmira yolu üzerinde, adı Bulutsuzluk Özlemi'nin efsane güzel şarkısıyla hafızalara kazımış olan Bağdat Cafe’den geçtik. Keşke biraz mola verebilseydik orada...Ancak bu kadar yakınından geçmek bile beni çok mutlu hissettirmişti. Bu kafeden bu yazıda size kısaca bahsetmem gerekiyor. 

2

Bağdat kafe bir zamanlar Suriye’nin dünyaya açılmaya çalıştığı dönemde, özellikle Avrupalı sırt çantalı gezginlerin vazgeçilmez duraklarından biriymiş. Kafenin kendine has atmosferi ise adeta çölde bir serap; salaş ama sevimli, çölün ortasında susuzluğunuzu giderip, gece konakladığınızda çölün büyülü rüyalarına dalabildiğiniz, müzikleriyle insanı bambaşka bir boyuta taşıyan Ortadoğu'da bir hippi mekanı düşünün. Kafenin playlistinde Pink Floyd’dan Bob Dylan’a kadar pek çok efsane ismin şarkıları çalıyormuş. 

3


Bugün ise Bağdat Cafe -eğer yanlış bir bilgiye sahip değilsem- kelimenin tam anlamıyla bir enkaz ve moloz yığınından ibaret. Savaşın acımasız ve sert yüzünden nasibini almış. Bir zamanların şehirlerden uzak, özgürlük dolu, masalsı kafesinden artık eser yok. Kafenin eski güzel günleri çöl rüzgarıyla yükselen toz bulutlarının uğultulu bir ağıtına dönüşmüş durumda.

Biz Geldik, Uyan Zenobia!

Yaklaşık beş saat süren çöl yolculuğunun ardından, otobüsümüz bir dinlenme tesisinde duruyor. Bavullarımız indiriliyor, muavin "Bye bye!" diyerek otobüsün kapısından içeriye atlıyor. Otobüs, son durağı olan Deyr-ez Zor yönünde tekrar yola koyulurken, biz olan biteni biraz şaşkınlık, biraz da merakla izliyoruz.

Tam o sırada, yöresel Arap kıyafetleri içinde, iri yapılı bir adam yaklaşıyor. “Mafi müşkül” diyor ve oturmamız için boş bir masayı işaret ediyor. Etrafa bakınıyor, İngilizce bilen birilerini arıyoruz ama kimseyi bulamıyoruz. Derken masamıza lavaş arasında peynirli Suriye usulü bir tost ve meyve suyu getiriliyor. “ E madem yiyelim beklerken, ne olacak göreceğiz" diyoruz.


4

Bekleyiş fazla uzun sürmüyor. Kısa bir süre sonra, lacivert bir Mazda yavaşça tesisin önünde duruyor. İçinden inen biri, akıcı bir İngilizceyle bize "Hoşgeldiniz" diyor. Adı Ahmet Al-Saleh. Palmira’da kalacağımız otelin sahibi ve bu süreçte bize rehberlik edeceğini söylüyor. Kim bu adamı ayarladı ve ne zaman bize yönlendirdi hatırlayamıyorum. "Buranın otel mafyası bu adam herhalde" diyerek kendi aramızda espri yaptığımızı ise iyi hatırlıyorum.

Kısa bir yolculuğun ardından otele varıyoruz. Güneş çoktan batmış, karanlık çökmüş durumda. Ama odanın penceresinden dışarıya baktığımızda, gördüğümüz manzara karşısında kelimeler yetersiz kalıyor. Palmiyelerin arasında adeta bir masal prensesi gibi Palmira Antik Kenti uzanıyor. Ve tam karşımızda, bir dağın üzerine sanki sihirli bir el tarafından yerleştirilmiş gibi duran sarı ışıklarla parlayan Palmira Kalesi.

Hiç kimse bilemezdi; bu görkemli kalenin birkaç ay sonra başlayacak bir savaşta yeniden bir askeri savunma mevzisine dönüşeceğini. Duvarlarının modern zaman bombalarıyla tahribata uğrayıp delik deşik olacağını. Biz sadece o anda, bir Ortadoğu masalının sayfalarında gezinen ve yaptığı işten mutluluk duyan hikaye avcıları gibiydik. Ve pencereden bakarken dilimizden şu cümle dökülüvermişti:

"Biz geldik, uyan Zenobia"

Çölün Gelini: Palmira Antik Kenti

Akşam yemeği için otelin sahibi Ahmet Al-Saleh, bizi yeniden arabasına alarak, palmiyelerle çevrili bir vahaya götürdü. Mekan oldukça salaştı ama bir o kadar da otantikti. Yerde kırmızı bir kilim seriliydi ve üzerine yer sofrası kurulmuştu. Yemekte, oldukça tuzlu ve safranlı bir pilavla birlikte servis edilen tavuk yemeği vardı. Yemeğimizi afiyetle yedikten sonra ikram edilen çayı içerken tüttürdüğümüz Suriye sigaraları ile geceyi mavi bir dumana boğduk. Tam o sırada eski bir divandan dönüştürülmüş hamak gözüme çarptı. Hamağa uzanıp, palmiyelerin arasından yıldızlara doğru bakarken, kendimi bir rüyanın içinde gibi hissettim.


5


Mekanın sahibi bir ara yanımıza geldi. Elinde sayfaları yıpranmış bir defter vardı. Buranın misafir defteriymiş ve ağırladığı yabancı konukların bıraktığı notlarla doluydu. "Bir şeyler yazmak ister misiniz?" diye sordu. Elbette dedim ve kalemini rica ettim. O an hissettiklerimi şöyle not ettiğimi hatırlıyorum:

“Suriye'de bir rüyadan, bir masaldan geçiyoruz sanki... İnsanlar çok misafirperver ve samimi bir şekilde gülümsüyorlar. Bu topraklarda nereye gitsek el üstünde karşılandık."

Yalın ayak, kilimlerin üzerinde biraz daha zaman geçirip sohbet ettik. Gece ilerlemeden otele geri döndük. Çünkü bizi gece yarısı başlayacak bir keşif yolculuğu bekliyordu. Palmira’yı, Çölün Gelini’ni gezecektik. Ağustos sıcağında, gündüz vakti, antik kenti adım adım dolaşmak neredeyse imkansızdı. 


Palmira, antik çağlarda “Çölün Gelini” olarak anılan, Suriye'nin kalbinde yer alan bir ticaret ve kültür merkeziydi. Mezopotamya ile Akdeniz dünyası arasında bir kavşak noktası olan kent, M.Ö. 1. yüzyıldan itibaren Roma İmparatorluğu'nun en önemli doğu kentlerinden biri haline geldi. Palmira’nın en çok bilinen ve efsaneleşmiş figürü hiç kuşkusuz Kraliçe Zenobia. 3. yüzyılda hüküm süren Zenobia, güzelliği, zekâsı ve askeri dehasıyla tanınıyor. Roma İmparatorluğu'nun doğusundaki topraklara karşı başlattığı bağımsızlık mücadelesiyle adını tarihe kazıyan Zenobia. Mısır’dan Anadolu’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada egemenlik kurmayı başarmış, ancak Roma İmparatoru Aurelian tarafından esir edilmiş.

Zenobia Uyanıyor

Sabah 04.00'te başladı antik kentteki yürüyüşümüz. Güneş henüz doğmamıştı. Antik kent sarı ışıklarıyla çölün ortasında düğün yeri gibi parlıyordu. Bizim gibi erkenci Avrupalı turistler de ellerinde fotoğraf makineleri bu anları ölümsüzleştirmeye çalışıyordu. Bu serinin en başında bahsettiğim gibi telefonlarımız bugünkü gibi güçlü kameralarla donatılmamıştı henüz. Fotoğraf makinemin deklanşörüne her basışımda yıllar sonra kaybolacak ama hafızamda capcanlı şekilde hep yaşayacak o olağanüstü kareleri yakalamaya çalışıyordum.

Zafer Takı, Baal Tapınağı, Antik Tiyatro,  sütunlar, caddeler, mezar kuleleri ve nekropol alanı... Hepsini adım adım, tek tek gezdik. Saat hızla ilerledi ve güneşin doğuşuna tanıklık etmek için Palmira Kalesi'ne doğru tırmanışa geçtik. 

Yürüyüş boyunca, başımızda esen çöl rüzgarı kulağıma hiç duymadığım bir şarkının melodilerini fısıldadı. Derken o melodiye sözler eşlik etti. Palmira’nın ilham verici güzelliği içimde bir şarkıya dönüştü. Belki bir gün herkesle paylaşırım:)  Belki sadece Palmira ile benim aramda kalır.:)

Palmira Kalesi'ne ulaştığımızda, güneşin kolları antik taşlara dokunmaya başlamıştı.  Rüzgar hızla esiyor, tozu dumana katıp antik kentin üstünü sapsarı bir büyü ile kapatıyordu. Çölün gelini, sanki tülünü yüzüne örtmüştü. Sonsuz aşkı güneş, o tülü kaldıracak ve güzelliğini yeniden tüm çıplaklığı ile sergileyecekti. Öyle de oldu. 

"Orada, o anda hissettiklerimin henüz bir tarifi yok..."

Savaş ve Yıkım

Palmira Suriye Savaşı sırasında 2015 yılında IŞİD'in eline geçti. Kentin büyük bir bölümü IŞİD militanları tarafından tahrip edildi. Baal Tapınağı ve Zafer Takı gibi eşsiz yapılar havaya uçuruldu. Antik tiyatroda Suriye askerleri infaz edildi. Yaklaşık iki yıl sonra kent yeniden dönemin Suriye hükümeti tarafından kontrol altına alındı. Ardından Rus şef Valery Gergiev yönetiminde Antik Tiyatro'da bir klasik müzik konseri verildi.


Arkeolog Halid Esad - 6


Palmira’da yaşanan ağır yıkım, sadece taşların, duvarların, tapınakların yitip gitmesi değildi. Bu yüzden bu yazıda önemli bir ismi de anmak istedim: Halid Esad... Palmira Müzesi’nin uzun yıllar müdürlüğünü yapan Suriyeli arkeolog Halid Esad, IŞİD tarafından katledildi. 82 yaşındaki Esad, kentin hazinelerini sakladığı yeri söylemeyi reddettiği için başı kesilerek öldürüldü. Halid Esad, tarihe ve en önemlisi insanlığa olan sadakatiyle bence daima saygıyla anılmayı hak ediyor.

Bir Gün Belki Yeniden

Bu yazıyla birlikte, "14 Yıl Önceki Suriye’de Yolculuk” başlıklı serimin de nihayet sonuna geldim. Suriye, benim için daima bir masal ülkesi olarak kalacak. Hafızamda hep savaştan önceki haliyle, palmiyelerle çevrili yollarıyla, gülümseyen insanları, güvenli şehirleri,  çoğulcu ve rengarenk sosyal yapısı ve zengin kültürel mirasını simgeleyen kadim yapılarıyla yaşayacak.

Bir gün yeniden gider miyim, bilemiyorum. Ama "bir gün, belki yeniden" diyerek bu hikayeyi burada sonlandırıyorum.



Teşekkürler Dünya!






Not: Kendi çektiğim Palmira fotoğraf ve videolarımın bulunduğu klasörü maalesef kaybettim. :(  




Kaynak:

https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160505_palmira_konser

https://en.wikipedia.org/wiki/Palmyra

https://anlatilaninotesi.com.tr/keyword_Palmira_antik_kenti/

Fotoğraf:

https://www.thoughtco.com/ancient-ruins-in-palmyra-syria-3996122 (1)

https://www.lookphotos.com/en/images/70480154-Syria-October-November-2010-Bagdad-caf%C3%A9-on-the-road-between-Palmyra-and-Damascus (2)

https://www.tripadvisor.com.tr/LocationPhotoDirectLink-g297902-d1887556-i457174314-Bagdad_Cafe_66-Palmyra_Homs_Governorate.html (3)

https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/daes-palmirada-tarihi-tapinagi-yikti/15771 (4)

https://www.euronews.com/culture/2025/02/17/experts-call-for-restoration-of-syrias-heritage-sites-including-the-roman-ruins-at-palmyra (5)

https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-55982456 (6)










14 Aralık 2024 Cumartesi

14 YIL ÖNCEKİ SURİYE'DE YOLCULUK(2): ŞAM DÜŞMEDEN ÖNCE

8 Aralık 2024 sabahı yeni bir tarihi güne uyandık. Suriye'de 61 yıllık Baas Partisi iktidarı sona erdi ve 24 yıldır ülkeyi yöneten Suriye Cumhurbaşkanı Dr. Beşar Esad ailesiyle birlikte ülkeden ayrıldı. Bu girizgahı o tarihten beri haber bültenlerinde neredeyse her gün duyuyoruz. Benim bu yazıdaki niyetim Suriye'nin ne geçmişine ne de bundan sonraki sürecine dair bir analiz yapmak ya da öngörüde bulunmak. Hafızama ve geçmişten kalan fotoğraf, video ve notlarıma yaslanarak vakti zamanında gezip gördüğüm, bir masalın içinden geçmişim gibi büyülendiğim, renkli sosyal dokusuna ve muhafaza edilmeye çalışılan kültür mirası eserlerine hayran kaldığım, içeriden ve dışarıdan müdahaleler yolu ile büyük bir yok oluşa sürüklenen Suriye'ye, o güzel ülkeye bir veda yazısı bu. Suriye'de bir devir sona erdi. Şam tiyatrosu perdelerini kapattı. Şam operasının tüm sesleri sustu. Şam balesinde son dans yapıldı ve Suriye Devlet Televizyonu'nda son marş çalındı. Bu serinin ilk yazısında Halep'i anlatarak başladığım bu hikayeme bu kez ülkenin kalbinden, Başkent Şam'dan devam ediyorum. 

"...Çılgınca tahribatı totaliterlik nedeniyle ya da özgürlük ve demokrasi adı altında yapmak ölüler, yetimler ve evsizler için ne değiştirir?" (1)



Suriye'nin Başkenti Şam'a doğru giden bir otobüs ile yaklaşık 5 buçuk saat süren yolculuğumuz Hatay otogarından başlamıştı. Cilvegözü sınır kapısından geçişimiz çok kısa sürdü. Suriye'ye vizesiz ve sadece pasaportla girebildiğimiz, iki ülke ilişkilerinin zirve yaptığı bir dönemin içerisinde 2010 yılının Ağustos ayındaydık.  Türkiye'den ayrılıp iki ülke sınırının arasındaki tampon bölgeden geçtik ve Suriye'nin Bab El Hava sınır kapısına ulaştığımızda bizi devasa bir Beşar Esad portesi ile gümrük binasının üzerindeki babası ve ülkenin bir önceki Cumhurbaşkanı  Hafız Esad'ın rölyefi karşıladı. Artık Esad'ların Suriye'sindeydik ve buralarda kimin sözünün geçtiğini semboller bize daha ilk adımda anlatmıştı. Muavinin usulca yanıma sokulup "Abi bu otobüslerle neler taşınıyor neler" sözü ile yaşı kullandığı eski model cabrio otomobilden en az 40 yıl daha genç olan geleneksel Arap kıyafetli bir yeni yetmenin korna çala çala sınır kapısına gelişini ve otomobilin arkasında oturan siyah çarşaflı 4 genç kadının bize sanki onların hayallerindeki hayatı yaşayan insanlarmışız gibi gözlerini hiç ayırmadan büyük bir merakla bakışlarını nedense hala hatırlıyorum.



Suriyeli gümrük memuru pasaport kontrolünde hala Türkiye'de bile ismimi yanlış söyleyen insanlar olduğundan habersiz ısrarla ismimi doğru şekilde söylemeye çalıştı ve en sonunda pes edip "Welcome George" dedi ve pasaportu bana geri uzattı. Hiçbir şey söylemeden sadece gülümsedim. Şam'a doğru yolculuğumuz nihayet başladı. Sınırdan sorunsuz geçiş sonrası otobüste bildiğimiz markaların Suriye'de üretilen versiyonu olan taklit isimlerle ambalajlanmış ve muavinin Arapça aksanıyla ikram ettiği "piskuiler" ve "Papsi" ile açlığımızı bir nebze bastırmaya çalıştık. İdlib kırsalındaki irili ufaklı birkaç kasabadan geçtik ve yıllar sonra Türkiye'deki haber bültenlerinde bu kadar ünleneceğini tahmin bile edemeyeceğim Şam'a kadar uzanan M5 otobanına ulaştık. 




Hama'ya geldiğimizde kenti çevreleyen otoyolun giriş ve çıkışlarında bulunan ve Aralık 2024'te birer birer yıkılacak olan Hafız Esad heykellerini gördüm. Asi Nehri kenarındaki Hama kentine ve Romalılar tarafından yapılmış dev su dolaplarına (değirmenlerine) bir otobüs camından bakarken 1982 yılındaki bu kentte yaşanan ve binlerce kişinin hayatını kaybettiği korkunç olaylara dair okuduklarım aklıma gelmişti.



Humus kentine geldiğimizde ana yoldan ayrılıp kentin sembolü olan Saat Kulesi'nin etrafında bir süre tur atıp şehir merkezinden ilerledik. Capcanlı, kıpır kıpır bir kentti Humus. Aynı zamanda Suriye'nin üçüncü büyük kenti olan Humus, Suriye'nin batısındaki Akdeniz kıyılarındaki Tartus ve Lazkiye liman kentleri ile doğuda Irak'ın Başkenti Bağdat'a kadar uzanan yollarla, kuzeydeki sanayi ve ticaret kenti Halep ile ülkenin Başkenti Şam'a kadar uzanan otobanın kesişim noktasında yer alıyor. Coğrafi olarak ülkenin kalbi konumunda olan bu kentte ilk molamızı verdik. Bulunduğumuz dinlenme tesisi dahil ülkeye girdiğimizden beri gördüğüm pek çok yapı Türkiye'ye kıyasla pek çok açıdan 70 yıllardan kalma bir görünüme sahipti. Sanki Hafız Esad iktidara geldiğinde bir kalkınma ve şehirleşme hamlesi başlatmış ancak ne olduysa her şey bir anda durmuş ve ülke 70'li yıllarda donmuş kalmış gibiydi.





Tofaş'ın Mısır'da üretilen kuş serisi modellerinin farklı isimle piyasaya sunulmuş versiyonları bu şehirde ilk dikkatimi çeken otomobiller oldu. Yine bulunduğumuz dinlenme tesisinin hemen yakınında bulunan demiryolundan büyük bir gürültüyle geçen yolcu treni sanki çok eski bir çağdan o güne doğru yolculuk ediyor gibi bir görünüme sahipti. Tesiste lavaşa benzeyen Suriye'nin geleneksel ekmeğinden yapılan bir tost yedim ve yine Suriye'de üretilmiş bir meyve suyunu içtim. Nedense turistleri Hollywood yıldızı gibi karşılama adetinin ilk örneğini bu tesiste yaşamıştım. Askerleri taşıyan otobüsün dinlenme tesisine gelmesi ile herkesin kendine biraz çekidüzen vermesi de dikkatimi çekmişti.



Şam'a yaklaştığımızda trafik yoğunluğu da arttı. Kentin kuzey girişinde sıra sıra askeri tesisler dizilmişti ve onlar bittiğinde oto galerileri aynı şekilde sıralanmaya başlamıştı. İleriki yıllarda patlayacak savaş sırasında bu galerilerdeki araçların çoğunun çalındığına dair haberleri de farklı mecralardan okuyacağımdan habersizdim. Ayrıca indiğimiz otobüs garajının bulunduğu Şam'ın dış semtleri Duma ve Harasta da savaşta neredeyse tamamen harabeye dönecekti. Otobüsten indiğimde yüzüme sanki alev topu fırlatılmış gibi hissettim. Hava öylesine sıcaktı ki nefes aldığımı bile hissetmiyordum. Muavinden cebimdeki bir miktar Türk Lirasını Suriye Lirasına çevirmeyi ve bizi kent merkezinde otellerin bulunduğu bölgeye götürecek bir taksi ayarlamasını rica ettim. Taksi ile yarım saat süren yolculuğun ardından Şam'ın ünlü Merce Meydanı'na geldik. Yol boyunca dikkatimi çeken tek şey Beşar Esad portresinin her yerde karşımıza çıkmasıydı. 



Sultan II. Abdülhamid döneminde, Şam'ın merkezindeki Merce Meydanı'na inşa edilen Telgraf Anıtı'nın tepesinde, İstanbul'daki Yıldız Camii'nin maketi yer alıyor. 1907'de, telgraf hattının Şam'dan Medine'ye ulaşmasının hatırasına Şam'ın merkezindeki Merce Meydanı'na bronzdan bir Telgraf Anıtı dikilmiş. 



Meydanı çevreleyen çok sayıda otel vardı. Bir an birinin Türkçe küfür ettiğini duydum. Annesi bir Türkmen olan ve asker olduğunu söyleyen ismini hatırlamadığım bir gençle konuşmaya başladım. Bize bir otel tavsiye etti. Ancak odalara bakmaya çıktığımda aldığım kokudan sonra teşekkür edip o otelden de o gençten de hızlıca uzaklaştım:) Merce Meydanı'nda bulunan Ömer Hayyam otelinde odamızı ayarladık. Bir süre dinledikten sonra ilk işimiz burada görev yapan gazeteci bir büyüğümüzle buluşmak ve Şam sokaklarına karışmak oldu. 



Şam Eski Kent bölgesinde otantik bir restorana gittiğimizi hatırlıyorum. İsmini hatırlamadığım o mekan Eski Kentin en iyilerinden biriydi. Suriye yapımı arak eşlikçisi ile harika bir kebap yediğimi hatırlıyorum. Kulağımda Arap ezgileri ve masada Suriye'ye dair bir muhabbet döndü. Beşar Esad portresi bu mekanda da karşımdaydı. Ve onun ismini sokakta çok fazla anmamamıza dair ilk tavsiyeyi de o masada almıştık. Burası bir muhaberat devletiydi ve kimin istihbaratçı olduğu bilinemezdi. Sorgulanmaya sebebiyet verecek şekilde siyasi yorumlar yapmamamız ve fotoğraf çekerken kamu binalarını kadraja almamamız tavsiye edilmişti ki yanlışlıkla bir istihbarat binasının fotoğrafı ile Beşar Esad'ın sadece mesaisi ve konuklarını ağırlamak için kullandığı Şam'a hakim bir tepede konumlandırılmış El Şaab (Halk) Sarayı'nı çektiğimde değerli büyüğümüzün ciddi şekilde telaşlandığını çok iyi hatırlıyorum. Ayrıca bu ülkede iç siyasi meseleler konuşulmazdı ancak ABD ve İsrail karşıtı konuşma yapmak hiçbir sakınca teşkil etmiyordu. Şam sokakları çok güvenliydi ve burada başımıza bir şeyin gelmesi ihtimali çok düşüktü. Geceleri rahatça dolaşabilirdik. Ve yine bize anlatılana göre burada kimse kimseye karışmaz ve kimse kimsenin dinini ve mezhebini sormazdı. Çünkü seküler bir yaşam biçiminin hüküm sürdüğü kentte bu tür sorular hoş karşılanmazdı. Hükümet karşıtı siyasi hareketlere, hırsızlığa ve cinayet gibi bir suçlara karışmadıktan sonra hükümetin yaşam biçimi dahil kimsenin hayatına karışmadığı da söylendi. Otomobillerin camlarında gördüğüm Beşar Esad silüetli sticker baskılarının sempatiden mi korkudan mı yoksa "-mış gibi" görünmekten mi kaynaklandığını sorduğumda ise "Hepsi" cevabını almıştım. Bazı yerlerde hem baba Hafız Esad, hem ağabey Basil Esad hem de Beşar Esad'ın kendi portresinin yan yana sıralanmış şekilde asıldığını görmüştüm. Ne kadar doğruydu bilmiyorum ama bu üçlü portrelerin topluma karşı yine aynı sırayla "lider; örnek, umut" anlamlarında sunulan semboller olduğu söylenmişti.
 


Basil Esad babası Hafız Esad'ın ardından başkanlığa hazırlanıyordu. 1994 yılında şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. O sıralarda Londra'da göz hastalıkları uzmanlığı eğitimi alan Beşar Esad ağabeyi Basil'in yerine başkanlığa hazırlanması amacıyla Şam'a çağrıldı ve kader planı onun hayatını tamamen başka bir yönde değiştirdi.

Ertesi gün ilk durağımız Eski Şam'daki tarihi Hamidiye Çarşısı oldu. Burası Şam'da gezilecek tarihi mekanların başında geliyordu. Çarşı gün ortasında sakindi ancak şehirde hayat havanın kararması ile canlandığından dolayı akşam saatlerinde çarşı içinin yoğunluğu da artıyordu. Osmanlı döneminde inşa edilmiş olan bu uzun çarşıda geleneksel Suriye el sanatı işlemeleri, gümüş ve altın takılar, giysi, kumaş gibi pek çok eşya ve malzeme satan dükkan sıralanıyordu. Ayrıca bu çarşıya gelmişken meşhur Bakdash dondurmacısına uğramamak olmazdı.  



Hamidiye Çarşısı'ndan çıkarken kızlı erkekli kalabalık bir genç grubu birden etrafımı sardı. Kendimi sanki bir popstar gibi hissettim. Bu ilginin sebebinin üzerimdeki tişörtün baskısında Filistin bayrağının renklerinin yer almasından kaynakladığını anlamam uzun sürmedi. Farkında olmadan onlarda bir sempati yaratmıştım ve hepsinde Türkiye'ye karşı ilgi çok büyüktü. İki ülkenin yakınlaştığı o dönemde zaten karşılıklı ziyaretler bir hayli artmıştı. Biz sanki Ortadoğu'da tozlu raflarda kalmış eski bir masal kitabının sayfalarını yeni yeni açıyorduk; onlar ise televizyondan izleyip beğendikleri ve hayallerindeki hayatın yaşandığını sandıkları Avrupa'nın bir parçası olarak gördükleri Türkiye'ye gelebilmenin planlarını yapıyorlardı. Türkiye sınırını Avrupa sınırı olarak nitelendirdiklerine bizzat şahit olmuştum. O dönemde Türkiye'ye ve bilhassa İstanbul'a karşı ilgi özellikle gençlerde bu şekildeydi. 



Son günlerde herkesin namaz kılmak için adeta birbiriyle yarıştığını izlediğim o meşhur Emevi Camii'ni de gezmiştik. Bu cami gerçekten de büyüleyici bir atmosfere sahipti. Camiye girişte kıyafetlerinize dikkat etmeniz gerekiyordu. Bu cami hem turistik ziyarete hem de ibadete sürekli açıktı. Hatta sıcak havanın etkisinden olsa gerek camide çok sayıda uyuyan kişiyi de görmüştüm. Yıllar sonra ülkemizde siyasi bir hedef haline geleceğini tahmin bile edemeyeceğim Emevi Camii'nin orijinal süslemeleri ve mimari dokusu doğrusu görülmeye değerdi. Şam ayrıca ezanı en iyi okuyan din görevlilerinin özenle seçildiği ve nefis bir ahenkle ezanın okunduğu bir şehirdi. 

Şam’da Emeviler devrinde yapılmış olan Emevi Camii yapımından sonra kurulan tüm İslam devletlerinde cami mimarisine model olmuş ilk yapı. Roma mabediyle onun harabeleri yanında bulunan Theodosios dönemine (379-395) ait Aziz Yohannes (Hz. Yahyâ) Kilisesi’nin yerine inşa edilen Emevi Camii'nin üç minaresi ve dört ana kapısı bulunuyor. Cami, bugün hala korunan Vaftizci Yahya kafası gibi kutsal emanetleri muhafaza ediyor. Bu muazzam yapı 70 yıl boyunca hem kilise hem de cami olarak kullanılmış. Ayrıca bu cami Şiiler için de önemli, zira I. Yezid tarafından gösterilmek üzere saklanılan Hz. Muhammed'in torunu Hüseyin'in kafası da burada yer alıyor. Caminin kuzey duvarına eklenmiş küçük bir bahçede Selahaddin Eyyubi'nin türbesi bulunuyor. Doğu tarafında burç üzerinde yükselen minare ise İsa Minaresi olarak adlandırılıyor. Bir rivayete göre İsa peygamberin yeryüzüne inerken bu minareye ineceğine inanılıyor.



Şam'daki Suriye Ulusal Müzesi de ziyaret ettiğimiz mekanlardan biriydi. Tarih boyunca ticaret yollarının ve farklı kültürlerin kesiştiği bu şehir dünya kültür mirasına ait eşsiz eserlere de ev sahipliği yapmaktaydı. Müze, binlerce yıllık geçmişe uzandığınız ve Suriye tarihinin tüm yelpazesini görme fırsatı bulduğunuz gezip görülmesi gereken bir mekandı. Bu müzeden anı olarak Suriye topraklarında hüküm sürmüş eski uygarlıkların da resmedildiği haritalar satın aldık. Akşama doğru Eski Şam'ın dar sokaklarında gezmiştik. Burada çok canlı bir gece hayatı vardı. Sıra sıra kafe ve barlar, restoranlar hatta ayaküstü şat atabileceğiniz mekanlar mevcuttu. Şam'ın bu bölgesinde seküler bir hayat akıyordu ve burası aynı zamanda kentteki Hristiyanların da yaşadığı bir bölgeydi. Farklı dinlere ait ibadethaneler de yan yanaydı. Eski kentin şiir gibi otantik mekanlarla dolu sokaklarında eski bir evin ya da konağın kapısını açtığınızda kendinizi bambaşka bir dünyanın içerisinde buluyordunuz. Arapça ezgilerle yabancı dildeki şarkılar kulağınıza çalınıyor, keyifle eğlenen insanlara rastlıyordunuz. Burada çok ilginç bir dükkan da görmüştüm. Dükkanın önünden Barada Nehri'nin kollarından biri geçiyordu ve siz dükkana giremiyordunuz. Dükkandan beğendiğiniz hediyelik eşyaları nehrin kenarından bakıp seçiyor ve satıcı size raylı bir sepetle satın aldığınız eşyaları ulaştırıyordu.   



Eski Şam sokaklardan birinde Art Cafe isimli mekanda takılmıştık. Duvarlarda yaklaşan tarihteki konser ve tiyatroların afişleri asılıydı. Barmenin tavsiye ettiği Almaza adlı Lübnan biralarını içerek keyifli bir muhabbete dalmıştık. Elbette yanımızda değerli gazeteci büyüklerimizin de olması sebebiyle konu ülke ister istemez ülke meselelerine gelmişti. Bu ülkede de çok büyük sorunlar vardı; en başta da yolsuzluk ve ekonomik sıkıntılar. Yönetimin dip dalganın farkında olduğunu ancak sorunların medyada ya da sokakta konuşulmasına izin vermediğini her şeyin kapalı kapılar ardında konuşulduğu anlatılmıştı. İnsanlar neden ayaklanmıyor, bu diktatörlüğe neden isyan etmiyorlar diye bir soru sormuştum. Bu soruyu sorduktan tam 5 ay sonra ülkenin adeta çalkalanacağını ve beraberinde dış müdahaleler yoluyla da yıllarca sürecek korkunç bir savaş ortamına sürükleneceğini tahmin bile edemezdim. Gazeteci arkadaşımdan aldığım cevap ise şuydu: "Bir şeyler olacak ancak kimse nasıl olacağını bilmiyor."



Türkçe'de Şam ismiyle bilinen şehrin ismi ilk defa Luksor’da Karnak Tapınağı’ndaki yazıtlarda Ta-ms-ku şeklinde kaydedilmiş. Amarna tabletlerinde ise Akkadca Di-maş-ka olarak geçmekte. İngilizce Damascus olarak ifade ediliyor.  Üzerinde kesintisiz yerleşim görülen en eski şehir olduğu iddia edilen Dımaşk’ın Hz. Nûh’un oğlu Sâm veya torunları tarafından tesis edildiğine ve Hz. İbrâhim’in burada doğduğuna dair rivayetler mevcut...

Gecenin ilerleyen saatlerinde bir taksiye atladık ve şehir turu attık. Şu sıralar akşam haberlerinde sıklıkla adını duyduğunuz ve görüntülerini izlediğiniz Şam'ın en büyük meydanlarından biri olan Emevi Meydanı'na geldik. Bu meydan Suriye Devlet Televizyon İstasyonu, Dramatik Sanatlar Enstitüsü, üniversiteler ve Savunma Bakanlığı binaları ile çevriliydi. Şehirde yemyeşil çok büyük parklar mevcuttu. Akşam saatlerinde insanlar bu parklarda keyifle vakit geçiriyorlar ve elbette onların için olmazsa olmaz nargilelerini tüttürüyorlardı. Şehrin modern tarafının oldukça nizami bir yerleşim planına göre tasarlandığı belliydi. Milyon dolarlık dairelerin ve alışveriş merkezinin bulunduğu görece zengin ve elit sınıfın ikamet ettiği Malki ve Mezze semtlerini dolaştık. Burada da kendi standartlarına göre lüks sayılabilecek eğlence mekanları ve otellerin teraslarında kokteyl mekanları bulunuyordu. Ayrıca bir sokakta sahne kurulmuş ve bir rock konseri veriliyordu. Habil ile Kabil hikayesinde yeryüzünde ilk kanın aktığı yer olduğu söylenen Kasiyun Dağı'na geldiğimizde Şam büyüleyici güzelliği ile ayaklarımızın altındaydı. Burada da insanlar şehir manzaralı mekanlarda keyifle vakit geçiriyordu.




Son gecemizde konakladığımız Tayyare binasının 14. katındaki dairenin balkonundan usul usul şehre çökmeye başlayan çöl (kum) fırtınasını izleyip düşüncelere dalmıştım. Derken saatin 03.00 olduğunu fark ettim. Gökyüzü o an tersine çevrilmiş bir kum saati gibiydi ve sanki Dolunay'ın içinde birikmiş tüm kumlar Şam'ın üstüne dökülüyordu. 



 

Teşekkürler Dünya! 







Kaynak:

(1) Mohandas Karamcand Gandhi

(2) https://www.gzt.com/foto-galeri/mecra/samin-merkezinde-yildiz-camiili-bir-telgraf-aniti-2039372      
 
(3) https://www.gzt.com/foto-galeri/mecra/samin-merkezinde-yildiz-camiili-bir-telgraf-aniti-2039372

(4) https://islamansiklopedisi.org.tr/emeviyye-camii

(5) https://islamansiklopedisi.org.tr/sam--suriye#1
 



   

1 Aralık 2024 Pazar

14 YIL ÖNCEKİ SURİYE'DE YOLCULUK(1): HALEP HARAP OLMADAN ÖNCE

14 yıl önce yaptığımız Suriye turundan aklımda ve fotoğraflarımda kalanlarla bugünkü düşüncelerimin ve hissettiklerimin iç içe geçtiği yeni bir yolculuk olacak bu yazı. Gerçekte 2010 yılı Ağustos ayında Suriye'nin Başkenti Şam'ı gezerek başlamıştı turumuz. Bu yazıda ise o günkü turumuzun başladığı yerden değil son durağından yani Halep'ten başlayacağım anlatmaya. Son günlerde anahaber bültenlerinde sıklıkla duymaya başladınız bu kadim kentin adını. Şimdi ise bir zaman tünelindesiniz ve Suriye'nin ikinci büyük kentine, Halep'e harap olmadan önce hoşgeldiniz. Sondan başlayan bir hikaye bu, Halep hala var ama burada anlatılan Halep artık yok. 

Halep - 2010



"Bade Harabül Halep..."

Humus otogarındayım. Bir gece çölde konakladığımız Palmira Antik Kenti'nden Suriye'nin üçüncü büyük şehri Humus'a yaklaşık iki saat süren ve muavinin mırra ikram ettiği keyifli bir yolcuğun ardından ulaştık. Klimalı otobüsten iner inmez nefes aldığımızı bile hissedemediğimiz, tenimizi kavuran, terimizi de anında buharlaştıran bir sıcakla karşılaştık. Buradan Halep'e gitmek için aktarma yapmamız gerekiyordu. Bu arada Suriye ve Türkiye'nin ilişkilerinin en iyi olduğu dönemde ve iki ülke liderinin birbirlerine "Kardeşim" diye hitap ettiği günlerde olduğumuzu öncelikle hatırlatmak istiyorum.

Otogarda bizim gibi gezgin Türklerle karşılaştık. Bizim gibi onlar da Halep'e gitmek için otobüs bekliyorlardı. Onların yönlendirmesiyle otobüs firmalarının sıra sıra dizildiği alana gittik. Burada herkes bize yardımcı olabilmek için adeta seferber oldu. Suriye'de bulunduğumuz günlerde karşılaştığımız her yerde insanlar bize oldukça yardımcı ve kibar davranmaya özen gösterdi. Kimseden bir kabalık görmedik. Kafalarımızdaki pek çok önyargının anlamsızlığını bizzat yaşayarak deneyimledik.

Halep'e yolculuk bir minibüsle başladı. Yanımda oturan  ve ticaretle uğraştığını öğrendiğim Hüsam isimli Halepli bir adamla laflamaya başladım. Dönemin en popüler dizisi Kurtlar Vadisi'ni izlediğini ve Arapça versiyonunda "Murad Alemdar "olarak sunulan Polat Alemdar karakterini çok beğendiğini anlattı. Dizinin ve karakterinin kurgu olduğunu anlattığımda nedense çok şaşırdı. Türkiye'de Polat Alemdar karakterinin gerçekte var olduğunu düşünmüş. Dizideki bazı olayların gerçeklik payı taşıdığını ancak siyasete pek fazla girmek istemediğimi söyledim. Zaten Suriye'de siyasi konularda konuşmak riskliydi. ABD ve İsrail hakkında her ortamda sabaha kadar konuşabilirdiniz ancak Suriye lideri ve ülkenin iç siyaseti hakkında konuşmamamız tavsiye edilmişti.

Yaklaşık 3 saat süren yolculuğumuz boyunca insanları ve geçtiğimiz şehirleri, kasabaları gözlemledim. Bangır bangır müzik dinleyen bir genci hatırlıyorum. Başındaki kulaklık tüm özelliklerinin aksine sahipti ve dinlediği her şarkı araç içinde yankılanıyordu. Kimse sesini kısar mısınız demedi mesela. Bazı şeylerden rahatsız olmanın da bir kültür meselesi olduğunu düşündüm. Araçta dondurma ikram edildi. Ancak dondurmanın kutudan elle alınıp külaha konulduğunu fark etmeme rağmen nasıl yiyebildim diye şimdi garipseyebiliyorum ama günlerini geçirdiğiniz herhangi bir yerde bir süre sonra oradaki insanlar gibi davranmaya başlıyorsunuz sanırım. İnsan her şeye alışıyor. Şam'da terlikle gezmeye başlamam gibi...:) Ten rengim bile uyum sağladı ve orada bulunduğum her geçen günde biraz daha koyulaştı. 

Halep Sami dillerinde 'Süt Veren' anlamına gelmekte...Doğu'nun Kraliçesi olarak nitelendirilen bu şehir ılıman iklimi, zengin kültür ve sanat birikimi ve mutfağıyla Ortadoğu'nun en önemli kültürel ve ekonomik kesişim noktalarından biri... 

Nihayet 'Welcome to Aleppo' tabelası göründü ve Şam'dan başlayıp Humus ve Hama kentlerini geçip Halep'e ulaşan; günümüzde Türkiye'nin de dahil olduğu uluslararası güçlerin anlaşmalarına ve akşam haberlerine sıklıkla konu olan M5 karayolundan ayrılıp Halep kent merkezine doğru geldik. Burası sapsarı taş binaların bulunduğu, kıpır kıpır oldukça hareketli bir şehirdi. Halep Suriye'nin ikinci büyük kenti ve o dönem yaklaşık 5 milyonluk bir nüfusu bünyesinden barındırıyordu. Savaş ve göç nedeniyle kentin nüfusu günümüzde önemli ölçüde azaldı. Şehir merkezindeki tarihi ve dünya kültür mirası pek çok yapı insanlığın en sefil ve rezil hali olan savaş nedeniyle maalesef büyük tahribata uğradı. 

Şam, Halep ve Lazkiye gibi Suriye şehirlerinde nüfusun büyük çoğunluğunu Sünni Müslümanlar oluşturuyor bu doğru. Ancak sözkonusu şehirlerde farklı mezhebi ve dini gruplardan insanların da çok yoğun bir nüfusa sahip olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Bu şehirlerde laik bir yaşam biçimi sürdürülüyor ve kimse kimseye etnik kimliğini, mezhebini veya dinini sormuyor. Son günlerde Halep'te kontrolü ele geçiren radikal cihatçı grupların bu kentin çok kimlikli dokusuna ve yaşam biçimine tamamen aykırı eylemler içerisinde olduklarını ve aralarındaki bazı grupların Türkiye dahil çok sayıda ülke tarafından terör örgütü olarak kabul edildiklerini özellikle belirtmek gerekiyor. 

Turistik Halep eski kente gitmek için toplu ulaşım aracına aktarma yaptık. Turist olduğumuzu anlayan insanların gülümseyerek sürekli bize bakması çok ilginçti. Popüler bir şarkıcı ya da televizyon karakteri gibi hissettik ve bu sadece Halep'teki insanlara mahsus değildi.  Küçük bir kızın annesinin yanında utangaç bir şekilde bize gülümseyip biz onu fark ettiğimizde hemen başını çevirmesini ve bunu yol boyunca oyuna döndürmesini hiç unutmadım. O kız çocuğunun savaş boyunca korkularını ve akıbetini zaman zaman merak edip durdum. Adını ve yaşını bilmediğim o kızdan kim bilir geriye belki de sadece bir fotoğraf kaldı.

Eski kente geldiğimizde ilk durağımız tarihi Halep Kalesi oldu. Kale'den 360 derece açıyla baktığınızda Halep'in tamamını görebiliyorsunuz. Sapsarı bir rengin ve taş binaların hakim olduğu bu şehirde capcanlı bir ticaret ve alışveriş hayatı vardı. Türkiye'nin sınır kentlerinde yaşayan insanlar mal alıp-satmak için günübirlik Halep'e rahatça gidip gelebiliyordu. Şam'dakine kısayla Suriye Cumhurbaşkanı'nın fotoğraflarına bu kentte her köşe başında rastlamıyordunuz. Burası aynı zamanda farklı etnik ve dini grupların iç içe uyum içerisinde yaşadığı bir sanayi kentiydi. Kentin dokusu maalesef savaş nedeniyle bozuldu. Ayrıca turistik açıdan kentte çok sayıda yabancı turistin de kafileler halinde akın ettiği bir dönemin içindeydik. Halep yemekleri, eğlenceleri ve kendine has gece hayatıyla da ünlü bir şehirdi. Karanlığa gömülen bir ülkede ışığı inatla yanmaya devam eden bir medeniyet feneri gibi herkesin zapt etmeye çalıştığı bir güzellikti.

Halep Kalesi, kente hakim bir tepe üzerine kurulu. Tarihi M.Ö. 3000'li yıllara dayanan kalede sırasıyla Grek, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı etkileri görülüyor. Dünya kültür mirasının en önemli eserlerinden biri olan bu görkemli yapı yakın geçmişte çeşitli restorasyon süreçlerinden geçti. Ancak Suriye Savaşı boyunca ve 6 Şubat Depremi'nde bir kısmı tahribata uğradı. Kaleyi çevreleyen pek çok tarihi yapı savaş sırasında havaya uçuruldu. Kalenin etrafını çevreleyen alan yakın zamana kadar turistlerin en çok uğradığı kafe ve diğer mekanları barındırıyordu. 

Tarihi Halep Çarşısı bir sonraki durağımızdı. Bu çarşıdan satın aldığımız meşhur Halep sabunlarının kokusu hala burnumda. Çarşı yan kollarıyla birlikte kilometrelerce uzuyordu. Dünyanın en eski çarşılarından biri olarak kabul edilen tarihi çarşıda yiyecekler, tekstil ürünleri, altın ve gümüş takılar, Halep sabunları ve hediyelik eşyalar satılıyordu. Savaş sırasında çatışmaların en yoğun olduğu alanda yer alan tarihi çarşı maalesef büyük hasar gördü. Geçtiğimiz yıllarda önemli bir kısmı yeniden restore edildi. 

Halep farklı dinlere ait çok sayıda tarihi yapıya da ev sahipliği yapıyor. Halep Emevi Camii de bunlardan biri ve bu kadim kentin en önemli simge yapılarının başında geliyor. Cami, Emevi Halifesi Süleyman bin Abdülmelik tarafından 715 yılında, bir katedralin üzerine Cuma Mescidi olarak inşa edilmiş. Caminin en önemli özelliği ise orijinal bir minareye sahip olmasıydı. Minarenin şerefesinin altında iki şerit halinde yazılı kitabeler yer alıyordu. Savaş sırasında caminin minaresi yıkıldı. Yakın dönemde başlatılan restorasyon çalışmaları kapsamında yıkılan minarenin taşları ve caminin diğer bölümleri tek tek belirlenip numaralandı. Halep Büyük Camii olarak da bilinen yapının eski görünümüne yeniden kavuşması amaçlandı. 

Son olarak Halep'in en önemli yapılarından biri olan Baron Oteli'nden de bahsetmemek olmaz. 4 Ekim 1918'de Halep'e gelen Mustafa Kemal Atatürk'ün de konaklamış olduğu Baron Hoteli günümüzde işletilmiyor. Otel, Halep'in en keyifli mekanlarından biriydi. Halepli Mazlumyan ailesi tarafından 1911 yılında yaptırılan otelin mülkiyet hakları hala aynı ailenin elinde. Ancak otel binası günümüzde hala ayakta dursa da savaş nedeniyle otelin faaliyetlerine son verilmiş. 201 numaralı odada M. Kemal Atatürk'ün fotoğraflarının hala asılı olduğu söyleniyor.

Suriye gezimizin son gününde Halep'ten ayrılma vakti gelmişti. Günübirlik şehir turunun ardından Antakya merkezine giden taksilerin bulunduğu alana yöneldik. Bir taksici ile anlaştık. Bizimle birlikte Antakya'da çeyiz dükkanı bulunan ve Halep'ten satın aldığı abiyeleri yüklenmiş bir kadın da aynı taksideydi. Dönem atla bir taksiye yarım saatte Antakya'dan Halep'e gel, Halep mutfağının lezzetlerini tat, alışverişini yap, eski şehirde tur at ve aynı günde Türkiye'ye geri dön dönemiydi. Kaderleri, kültürleri birbirlerine bağlı bu kadim kentlerin bir hüzünlüyse diğeri de aynı acıyı hissediyor. Biri ayaktaysa diğeri de yükseliyor.

Antakya'ya dönerken Halep'ten çıktığımızda camdan içeriye dolan limon kokusunun yerini yavaş yavaş Türkiye'nin deniz kokusunu andıran havası doldurmaya başlamıştı. Taksici tarihi İpekyolu'nun kalıntılarında fotoğraf çekmemiz için bizi hiç kırmadan yolda bir süre mola verdi. Fotoğraf çekerken tarihi İpekyolu'nun kalıntılarında akşamüstü güneşinde uzayıp giden gölgem sanki daha yürünecek çok yolumun ve öğreneceğim çok hikayenin olduğunu bana anlatıyordu.

"İşte geldim gidiyorum
Şen olasın Halep şehri"

Hiç kimse senin kadar
yakıştıramamıştır hüznü kendine
Hüzünler ki aşkın ve şiirin
yıllanmış şarabıdır
damıtılmıştır acıların imbiğinden
Hüzünler ki şairlerin yüreğinden uçuşan
sararmış çiçek tozlarıdır
Biraz da şairlere özgüdür hüzün..." A. Telli


Teşekkürler Dünya! 


Not: Sayfaya 2010 yılında kendi çektiğim Halep şehrinin genel görünümüne ait fotoğraflar çok yakında eklenecektir. 
 



      






KUMLUCA'DA BİR HAFTA SONU KAMPI: ARIKAYASI ŞELALESİ SU YÜRÜYÜŞÜ

Önce bir yağmur damlası düştü. Sonra ikincisi... Sonra bir baykuş öttü. Gecenin tam üçüydü ya da ikisiydi... Zamanın akışı o anlarda belli b...