Sabah saat 07.00. Barşçarşı'nın asırlara meydan okuyan taş sokakları ve duvarlarının sır saklıyormuş gibi hissettiren sessizliğini dinleyerek burnumuza gelen pide ve poğaça kokularını takip edip Imaret Fırını'na geldik. Hersek turumuza çıkmadan önce bu fırından sıcacık ve taptaze ürünlerden satın alıp ayak üstü kahvaltımızı yapalım istedik. Bosna'ya gelince mutlaka tadılması gereken lezzetlerden biri olan "kifla"dan alıp fırının önündeki küçük bistro masada kahvaltımızı yaptık. Etrafımıza tarihi mekanların kadim bekçileri güvercinler üşüşünce de onlara yediklerimizden ikram etmeyi ihmal etmedik. Başımızı kaldırdığımızda sanki kahvaltımızı bitirmemizi bekleyen bir anne gibi duran Saat Kulesi bizi izliyordu. Vakit ilerledi. Buluşma noktamız olan Meet Bosnia tur ofisinin önüne geçtik. Yeni yol arkadaşlarımız ve rehberimizle 12 saat sürecek Hersek turu için buluştuk. Harika bir gün bizi bekliyordu; sabah Bosna’da başladı, akşam Hersek’te bitecekti.
Rehberimiz Senan bizi sıcacık bir gülümsemeyle karşılıyor. Bize yaptığı kısa ve bilgilendirici bir tanıtımın ardından, gün boyu sürecek turumuza başlamak üzere tur aracımıza geçiyoruz. Saraybosna’dan ayrılırken geçtiğimiz caddelerde gözümüze çarpan ilk şey, yine delik deşik olmuş binalar oluyor. Sanki savaş burada daha dün yaşanmış gibi...
Bosna'da Türkiye'nin Bıraktığı İzler
Şehirden uzaklaştıkça manzara da değişmeye başlıyor. Şimdi oldukça iyi durumda görünen bir otobandayız. Peş peşe tünellerden geçiyoruz. Bu tüneller bana Türkiye’deki otoyolları anımsatıyor. Özellikle tünel girişlerinde karşılaştığım tanıdık bir isim dikkatimi çekiyor: "Cengiz". Hepimizin siyasi tartışmalardan aşina olduğu, Türkiye’de mega altyapı projeleri denilince adı ilk aklımıza gelen o malum şirket, burada da karşımıza çıkıyor.
Aslında burada sadece yollarda değil; köprülerden binalara, kültür vakıflarından bankalara, hatta güvenlik aygıtlarına kadar Türkiye’nin etkisi hissediliyor. Özellikle altyapı inşaatlarında Türkiye’den gelen şirketler adeta yarışta at başı gidiyor; buradaki büyük projelerin çoğunda ön sıralarda yer alıyorlar. Türkiye’nin Bosna-Hersek’e ciddi bir finansal ve kurumsal destek sunduğunu rahatlıkla söylemek mümkün. Konuştuğumuz birçok Bosnalı da bunu açıkça dile getiriyor. Türkiye’nin varlığı burada yalnızca bir yatırımdan ibaret değil; bu yatırımları siyasi gücüyle de perçinlemiş durumda.
Zamanın ve Mekanın Değiştiği Yer: Konjic
Yaklaşık 1 saat süren yolculuğumuzun ardından ilk durağımız olan Konjic kentine geliyoruz. Burası tarih kokan ve oldukça küçük bir şehir. Kentin en önemli simgesi ise şüphesiz tarihi taş köprü. Köprüyü ve etrafını gezmek için kısa bir mola veriyoruz ve aracımızdan ayrılıyoruz.
Köprünün tarihine gelince: Alman işgalciler, 1945 senesinde piyadelerini geri çekerken Konjic'deki tarihi taş köprüyü yıkmış, arından yerine ahşap, akabinde ise beton-çelik bir köprü inşa edilmiş. 2009 senesinde Türkiye'den ER-BU şirketinin aslına uygun olarak yeniden inşa ettiği köprü, günümüzde Bosna Hersek'in en önemli tarihi yapılarından biri haline gelmiş durumda... (1)
Yazımın başında da bahsettiğim gibi Türkiye'nin kültürel mirasa olan katkısı Konjic'de de karşımıza çıkıyor. Tur aracımızı park ettiğimiz köprü manzarasına hakim bir tepedeki şehitliğin girişinde de bizi devasa boyutlardaki Bosna-Hersek ve Türkiye bayrakları iki ülke arasındaki sağlam dostluğun bir nişanesi olarak karşılıyor.
Köprüye doğru yürürken sadece tarihin değil, aynı zamanda Bosna’nın coğrafi yapısının da içinden geçiyoruz adeta. Çünkü bu köprünün bir tarafı Bosna, diğer tarafı ise Hersek bölgesi. Bir adımla bulunduğumuz bölgeden çıkıp farklı bir bölgeye geçiş yapmak bize bambaşka bir duygu ve heyecan yaşatıyor. Bu anı ölümsüzleştirmek için yine telefonlarımıza sarılıp en güzel kareleri yakalamaya çalışıyoruz.
"Hersek" adı, Almanca "Herzog" kelimesinden türemiş ve tarihsel olarak bu unvanı kullanan bir yerel hükümdarın adlandırmasıyla yayılmış. Bu unvan, 15. yüzyılda Stjepan Vukcic Kosaca adlı bir Bosna soylusu tarafından kullanılmış. Kendisine, "Herceg (Herzog) of Hum and the Coast" yani "Hum ve Kıyının Dükü" unvanını vermiş. Osmanlılar bölgeye geldiklerinde bu ismi "Hersek" olarak telaffuz edip kullanmışlar. Bugün de Türkiye’de "Bosna-Hersek" ifadesindeki Hersek, bu kökten geliyor.
Köprünün altındaki Neretva Nehri ise bize hızla akan sularıyla kendi hikayesini anlatma telaşına düşmüş gibiydi. Akışının hızından çok, rengine hayran kalıyoruz. Sanki bu nehir, Osmanlı döneminden kalma eski bir sandığın içinden çıkmış kıymetli bir yüzük gibi... Gökyüzünün maviliğine inat, göz alıcı bir yeşile bürünmüş.
Köprüyü geçtiğimizde ise sağlı sollu mekanların sıralandığı küçük ve sevimli bir cadde karşılıyor bizi. Köşe dükkanlarına hep bir sempatim oldu. Burada da tam köşe başında yer alan küçük bir market gözüme çarpıyor. Müşterilerinin girip çıktığı hareketlilikle, o an şehirde sessizliği bozan ve canlılığın olduğu tek yer o market gibiydi.
Mostar’a Giderken: Yol Arkadaşımız Neretva
Konjic’ten ayrılıp bir sonraki durağımız olan tarihi Mostar kentine doğru yola koyulduk. Mostar, Bosna-Hersek’e gelenlerin mutlaka görmesi gereken bir şehir ve bana göre bu tarih kokan kenti ziyaret etmeden yapılan bir Bosna gezisi büyük bir eksiklik olur.
Mostar’a ilerlerken Bosna-Hersek’in dağlık coğrafyası bize adeta bir görsel şölen sundu. Yol boyunca karşımıza çıkan dik ve heybetli yamaçlar, derin vadiler ve zirvesi karla kaplı dağlar, doğal güzelliklerin en çarpıcı örneklerindendi. Bosna-Hersek zaten sadece tarihi ve kültürü ile değil, coğrafi güzellikleriyle de ön plana çıkan Balkan ülkelerinin başında geliyor. Bu ülkede tırmanış, doğa yürüyüşleri gibi alternatif doğa sporlarının yanında, Neretva Nehri üzerinde rafting başta olmak üzere çeşitli su sporları yapabileceğiniz farklı aktivite imkanları da bulunuyor.
Yol aldığımız vadinin tam ortasında kıvrılarak akan yemyeşil Neretva Nehri ise Mostar'a kadar bize adeta yol arkadaşlığı yapıyor.
Rehberimiz Senan bir yandan tur aracını kullanırken bir yandan da ülke hakkında bilgiler veriyor yol boyunca. Tertemiz ve zümrüt yeşili rengindeki Neretva Nehri'nin tersine, yani kuzeye doğru akan bir nehir olduğundan bahsediyor. 230 km uzunluğundaki nehir Bosna-Hersek'te doğuyor ve Hırvatistan'dan Adriyatik Denizi'ne dökülüyor.
Yolun bir kısmında yağmur bastırdı ama Mostar’a yaklaştıkça hava yeniden bulutlu haline geri döndü. Geçtiğimiz aylarda yaşanan ve Türkiye'deki ana haber bültenlerine de konu olan sel felaketinin izleri ise bazı yerleşim birimlerinden hala silinmemişti. Bazı köylerin adeta haritadan silinmiş olduğuna şahit olduk. Doğa bize hem güzelliği konusundaki cömertliğini hem de zaman zaman ne kadar acımasız ve yıkıcı olabileceğini Hersek bölgesinde bir kez daha hatırlattı.
Ve Nihayet O An Gelir: Mostar Köprüsü'nden Geçmek
Yaklaşık bir buçuk saat süren yolculuğumuzun ardından Mostar kentine ulaşıyoruz. Şehrin modern kısmından geçerken kıpır kıpır, canlı bir kent yaşamı göze çarpıyor. Kafeler ve restoranlar dolu, caddeler hareketli, gençler sokaklarda... Ama bizim asıl görmek istediğimiz yer, şehrin tarihi kalbi.
Kısa bir süre sonra, rehberimiz eşliğinde Mostar’ın o meşhur tarihi bölümüne adım atıyoruz. Asırlık taşlarla döşeli sokaklarda yürümeye başlarken rehberimiz Senan gülümsüyor ve şöyle diyor: "Çok şanslısınız."
Neden diye soruyorum. Gülümseyerek anlatıyor: "Birincisi, hava yağmurlu değil. Bu sokakların taşları yağmurda çok kaygan olur; yürümek oldukça zorlaşır. İkincisi, yaz mevsiminde burada adım atacak yer bulamazsınız. Kalabalıktan bu küçük şehri yarım saatte değil, iki buçuk saatte bile zor gezersiniz."
Gerçekten de bu konuda şanslıydık. Mostar'da hava bulutlu da olsa yumuşaktı. Üstelik insanı bunaltan bir turist kalabalığı yoktu. Eski kentin girişinde bizi ilk olarak hediyelik eşya dükkanları karşıladı. Rehberimiz Senan, dükkanlardaki el işi ürünlerini özellikle de bakırdan yapılmış hediyelik takımları göstererek, "Size çok da farklı gelmeyecek ürünler bunlar, çoğu zaten Türkiye’den geliyor" dedi ve alışveriş konusunda bize ufak tüyolar verdi.
Eski kente ayak bastığımızdan beri nedense bir an önce Mostar Köprüsü'nden geçmek için telaşlı bir ruh haline içine girmiştik. Bir nevi köprüyü kaçıracakmışız hissi doğdu içimizde. Ancak bu kadim kent o kadar da aceleci olmamamız gerektiği konusunda her taşının arasından sızan bilgeliğiyle sanki bizi uyardı ve sakin olmamız gerektiğini hatırlattı. Çünkü Mostar Köprüsü'nden önce görmemiz ve üzerinden geçmemiz gereken asıl bir başka köprü bizi bekliyordu: Eğri Köprü diğer adıyla Küçük Mostar Köprüsü. Asıl köprüden geçmeden önce bu köprüden küçük bir geçiş provası yapmamız gerekiyor.
Bir Osmanlı mimari eseri olan Küçük Mostar - Eğri Köprü 1558 yılında Mimar Hayrettin tarafından özellikle kemer mimarisinin denenmesi açısından yapılmış. Asıl Mostar Köprüsü'nün bir minyatürü olan ve Radobolja Deresi üzerine kurulu olan Eğri Köprü taş işçiliğinin tüm zarafetini üzerinde taşıyor. 2001 yılında yaşanan büyük bir sel felaketinde ciddi şekilde zarar gören köprü, UNESCO ve yerel kurumların desteğiyle restore edilerek eski haline kavuşturulmuş.
Köprüden geçtik ve merdivenlerden kafe ve restoranların bulunduğu alana çıkıp asıl hedefimize doğru yürümeye devam ettik. Nihayet, fotoğraflarda hayran kaldığımız, "Keşke orijinal halini de görebilseydik" dediğimiz o meşhur Mostar Köprüsü'ne ulaştık.
Köprünün üstüne çıktığımızda, etrafımızı saran şehir manzarası ve o büyülü atmosferi solumak gerçekten heyecan vericiydi. Basamaklarla yükselen, kemer biçimindeki köprüden şehrin farklı açılarını fotoğrafladık; ama en önemlisi, o anı hatıralarımızda ölümsüzleştirmek için köprüde kendi fotoğraflarımızı çekmeyi ihmal etmedik.
Mostar’ın simgesi haline gelen Stari Most, yani Eski Köprü, Osmanlı döneminde, 1566 yılında Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından inşa edilmiş. 28 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde olan tek kemerli yapısı, dönemin mühendislik harikalarından biri sayılıyor. Ancak köprü, 1993 yılında Bosna Savaşı sırasında yıkılmış. Köprünün yeniden inşası, UNESCO öncülüğünde ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birçok ülkenin desteğiyle gerçekleşmiş. 2004 yılında tamamlanarak yeniden açılan Mostar Köprüsü, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer alıyor.
Rehberimiz Senan, Mostar Köprüsü’nün sadece mimarisiyle değil, aynı zamanda yıllardır süregelen bir gelenekle de dikkat çektiğini anlatıyor. Özellikle yaz aylarında gençlerin köprüden Neretva Nehri’nin buz gibi sularına atlaması, geçmişte bir cesaret, olgunluk ve erkeklik göstergesiymiş. Öyle ki, eskiden köprüden atlamayan bir gence kız verilmezmiş. Tabii zamanla bu gelenek değişmiş. Bugünse bu atlayışlar daha çok turistik bir gösteriye dönüşmüş. Biz de Senan’a espriyle sevdiği kızla evlenmek için köprüden atlayıp atlamadığını sorduk. Gülerek şöyle dedi:
"Para artık her şeyi çözüyor, parayı veriyorsun senin yerine başka biri köprüden atlıyor. :)"
Senan, bu atlayışların aslında oldukça tehlikeli olduğunu söyledi. Köprünün hemen yakınında yer alan dalış platformlarını göstererek, bu gösterilerin sadece profesyonel sporcular tarafından yapıldığını ve kontrollü şekilde izin verildiğini anlattı. Hatta köprüde zaman zaman profesyonel atlayışların yapıldığı uluslararası organizasyonlar da düzenleniyormuş. Mevsim ve hava koşulları nedeniyle bizim orada bulunduğumuz süre içerisinde köprüden atlayan birine rastlayamadık ama geçmişten günümüze dek bu tarihi köprünün hikayesinin sadece şehrin iki yakasını bağlamaktan çok daha fazlası olduğunu anladık.
Mostar Köprüsü’nün en dikkat çekici özelliklerinden biri de köprünün iki yakasındaki kuleler. Eskiden gözetleme amacıyla inşa edilen bu yapılar, bugün ziyaretçilere şehrin tarihi dokusunu kuşbakışı izleyebilecekleri teraslar sunuyor. Aynı zamanda içinde Boşnak kahvesi veya çay eşliğinde Mostar’ın geleneksel tatlısı smokvara'yı tadabileceğiniz küçük ve keyifli mekanlara ev sahipliği yapıyor.
Tarihi kentin dokusunu ve Mostar Köprüsü’nü tüm güzelliğiyle bir de Neretva Nehri’nin kenarından izlemek istiyoruz. Bunun için yine dar merdivenli sokaklardan geçerek nehrin kıyısına iniyoruz. Burada, amfi şeklinde basamaklarla düzenlenmiş, hem biraz soluklanabileceğiniz hem de köprünün ve şehrin harika karelerini yakalayabileceğiniz bir alan bulunuyor. Neretva’nın şarkısı eşliğinde hem manzarayı izliyor hem de çantamdan Eduardo Galeano’nun "Ve Günler Yürümeye Başladı" kitabını çıkarıyorum. Tam da o günkü tarihin sayfasını seçiyorum kitaptan… Köprü ve kitap manzaralı unutulmaz fotoğraflar çekiyoruz.
Mostar Köprüsü'nden yeniden geçmek geliyor içimizden... Bu duygu bir döngüye dönüşüyor çünkü köprünün şiirsel bir atmosferi var ve sizi sürekli kendisine çekiyor. Şehrin diğer yakasında ahşaptan yapılmış butik dükkanlar sıralanmış. Ayrıca nehir ve köprü manzaralı bir şeyler yiyip içebileceğiniz çok hoş restoran ve kafeler sıralanıyor. Eski kent oldukça küçük ve bu yakadaki son durağımız Koski Mehmed Paşa Camisi oluyor. Caminin içini ziyaret etmek ücretli bu yüzden biz sadece avluyu ve çevresini fotoğraflayıp bu tarihi mekandan ayrılıyoruz.
Ve artık Mostar’a veda vakti… Ayrılmadan önce kendimize ve sevdiklerimize bu güzel şehri hatırlatacak küçük hediyelikler alıyoruz. Ardından yavaş yavaş kentin en önemli simgelerinden Barış Çan Kulesi istikametindeki aracımıza doğru yönelip bir sonraki durağımıza gitmek için yola çıkıyoruz. Mostar, farklı kültürlerin, tarihin ve hikayelerin birbirine bağlandığı bir kent olarak hafızamızda yerini alıyor.
Kayaların Gölgesi Altında Bir Tekke: Blagaj Alperenler Tekkesi
Mostar'ın ardından dünyanın en ilginç yerlerinden birine geldik desem, sanırım abartmış sayılmam. Metrelerce yükseklikten inen sarp kayalıkların dibine konumlandırılmış eski bir tekke ve hemen yanı başından doğan, yemyeşil sularıyla akan bir nehir... Şimdiki durağımız: Blagaj Alperenler Tekkesi.
Yeni doğmuş bir bebek gibi kıpır kıpır yeryüzüyle buluşan bu tertemiz suların sesi, kayalıklarda yankılanan bir çağlayan gibi kulağımızda çınlıyor. Suyun karşı kıyısına geçmek için yapılmış küçük köprü ve iki yaka boyunca sıralanmış butik mekanlar, kafe ve restoranlar sessizce bu bölgeye gelen ziyaretçileri ağırlamayı bekliyor.
Tekkenin hikayesini, Buna Nehri'nin doğduğu kaynağın hemen yanında büyük bir merakla dinlerken, tekkenin bacasından sanki yüzyıllar öncesinde okunan dualar tütüyor. Kaynağından avuç avuç içtiğimiz su, derin bir sessizliğe gömülmüş tekkenin taş duvarlarında adeta bir zikir gibi yankılanıyor.
Blagaj Alperenler Tekkesi, yaklaşık 600 yıl önce Bektaşi dervişleri tarafından kurulmuş. Zamanla yalnızca Bektaşiliğe değil, Kadiri, Halveti ve Nakşibendi tarikatlarına da ev sahipliği yapmış. Buna Nehri'nin kaynağının yanı başındaki bu yapı, hem tarihi hem de mistik atmosferiyle ziyaretçilerini etkiliyor.
Tekkeyi ziyaret etmek ücretli. Giriş biletimizi aldıktan sonra iki katını da gezebiliyoruz. İçeride zikir ve ibadet odaları, mutfak, küçük bir hamam ve abdesthaneler yer alıyor. Her bir oda, burada yaşanmış manevi hayatın izlerini taşıyor.
Balkona çıktığınızda ise başınızı kaldırır kaldırmaz devasa kayalıklarla örtülü bir dağ yükseliyor karşınızda. Kaya parçalarının kopup düştüğünü düşünmek bile insanın içini ürpertiyor. Tekkenin görevlisinden öğreniyoruz ki geçmişte böyle olaylar yaşanmış ve tekke bu nedenle birkaç kez onarımdan geçirilmiş.
Tekkenin böylesine korunaklı ve gözlerden uzak bir alana kurulmasının sebebi ise gizlenmek, yani ibadetlerini baskılardan uzak bir ortamda sürdürebilmek... Bugün hala o huzur ve gizemli hava yapının her köşesinde hissediliyor. Alperenler Tekkesi, hem doğası hem de taşıdığı mistik atmosferle bizi fazlasıyla etkiledi.
Tarih Kokulu Masal Şehir: Poçitel
Hersek bölgesindeki turumuz sürerken keyfimiz yerinde, yol boyunca gördüğümüz doğal güzelliklerle de büyülenmiş durumdayız. Şimdi sırada daha önce birkaç kez adını duyduğumuz ve oldukça merak ettiğimiz, bizi daha ilk adımda adeta büyüleyen Poçitel var.
Yol boyunca Dubrovnik yönünü gösteren tabelalar görüyoruz ve artık Hırvatistan sınırına yaklaştığımızı anlıyoruz. Mostar’dan yaklaşık kırk dakika süren bir yolculuktan sonra, rehberimiz aracı anayolun kenarına park ediyor. Gri bulutlar gökyüzünde hızla peşimizden sürükleniyor, yoldayken yakalandığımız yağmur muhtemelen Poçitel'de de bizi yakalayacak.
Araçtan inip Poçitel’in taş sokaklarına doğru ilk adımlarımızı atıyoruz. Yanı başımızda Neretva Nehri usul usul kuzey yönüne doğru süzülüyor. Gri gökyüzüne rağmen nehrin rengi yine yemyeşil parlıyor. Manzaranın güzelliğinden ilhamla o an aklıma düşüveren cümleyi telefonumun not defterine yazıyorum:
"Sanki bir ressam bu manzaranın tablosunu yaparken tüm boyalarını bitirmiş ve elinde son kalan en parlak ve en sıra dışı rengi yalnızca bu nehir için saklamış gibi..."
Adriyatik Denizi'ne çok yakın bir noktadayız ve eğer gökyüzü bize biraz gülümserse Poçitel'in en yüksek noktasından denizi görebileceğiz. Bu deniz tutkusunu şimdilik kendimize saklayıp Poçitel'in taşlı sokaklarında yürümeye başlamadan önce rehberimize kulak veriyoruz.
Poçitel, surlarla çevrili yapısı, taş sokakları ve Saat Kulesi, Hacı Ali Camii gibi eserleriyle klasik 15. yüzyıl Osmanlı yerleşim mimarisinin güzel bir örneği. UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’nde yer alan köy, sanatçılara ve tarih meraklılarına ilham veren sakin bir atmosfere sahip. Bosna Savaşı sırasında ağır tahribat gören bu Müslüman yerleşimi Türkiye'nin ve Dünya Bankası gibi kuruluşların desteği ile yakın dönemde restore edilmiş.
Poçitel sokaklarında yürürken sanki bir Orta Çağ kalesinin içinde kaybolmuş gibi hissettik. Burada her şey taştan yapılmış, sokaklar, merdivenler, evler, ibadethaneler ve hamamlar bile... Şehir merdivenlerle birbirine bağlanmış sokaklarla yükseldiğinden otomobil vb araçlarla bu şehri gezmeniz mümkün değil. Zaten en güzel tarafı da bu; Poçitel'i adım adım yürüyerek keşfetmeniz gerekiyor. Her bir sokağı size ayrı bir manzara fotoğrafı sunuyor. Bu taş şehir için "bir açık hava sanat galerisi" desek abartmış olmayız. Her sokağı ilham verici bir güzelliğe sahip. Zaten bu atmosferin büyüsü sadece biz gezginleri değil, sanatçıları da cezbediyor. Öyle ki her yıl yerli ve yabancı sanatçılar burada bir araya gelip taş sokaklarda ve atölyelerde yeni eserlerini üretip sergiliyorlar.
Kayalıklara yaslanmış olağanüstü güzellikteki coğrafi konumu sayesinde, yukarıdan nehir kenarına doğru taşlı merdivenlerden inerken insanın içinde hafif bir melodi yükselmeye başlıyor. Sanki sözcükler o an günlük dilin tüm yavanlığından sıyrılıyor ve edebi bir pardesü giyerek duygularınıza tercüman oluyor. Poçitel tarihi yönünün yanında duygusal anlamda da insanı oldukça etkileyen bir kasaba.
Kale'nin restore edilmiş kısmından şehri izlerken yağmura yakalanıyoruz. Ancak hiç aldırış etmiyoruz. Köyün bu romantik havasında ıslanmak bize bir ayrıcalıkmış gibi geliyor o an. Dönüş vakti yaklaşırken yavaş yavaş taş merdivenlerden kasabanın merkezine doğru inmeye başlıyoruz. Ama bu taş sokaklarda yağmurda yürümek hiç kolay değil. Ayağımız birkaç kez kayıyor, düşme tehlikeleri atlatıyoruz.
Yağmurun sesi köyün sessiz taş duvarlarında yankılanıyor. Eski konakların kiremit çatılarından süzülen yağmur damlaları, sokak taşlarının arasında küçük göletler oluşturuyor ve sanki hepsi geçmişe tutulan birer aynaya dönüşüyor. Şemsiyemiz olmasına rağmen sırılsıklam oluyoruz. Zar zor yetiştiğimiz aracımıza biniyor ve buğulu pencerelerden son kez bakıp Poçitel'e veda ediyoruz.
Hersek'in Şarkısı: Kravica Şelalesi
Ve turumuzun son durağına ulaşıyoruz: Kravica Şelalesi. Giriş ücretli, ama içeriye adım atar atmaz buna değdiğini hissediyorsunuz. Tur aracımızla dar ve kıvrımlı bir yolu takip ederek şelaleye oldukça yakın bir noktaya kadar geliyoruz. Bundan sonrası ise tamamen yürüyüş. Aşağıya doğru inerken şelalenin sesi, ağaçların arasında yankılanıyor.
Kravica Şelalesi, Bosna-Hersek’in güneyinde, Mostar’a yaklaşık 40 km uzaklıkta, Trebižat Nehri üzerinde yer alan doğal bir oluşum. Yaklaşık 25 metre yükseklikten dökülen sular, geniş bir havuz oluşturarak etkileyici bir manzara sunuyor.
Gördüğümüz manzara olağanüstü... Orman sanki içini döküyor gibi… Farklı noktalardan metrelerce yükseklikten dökülen sular, geniş bir havuz oluşturuyor. Burası tam anlamıyla büyüleyici. Sarımsı renkte kumlardan oluşmuş küçük bir kumsal, yaz aylarında buranın adeta bir plaja dönüştüğünü bize anlatıyor. Kumsalın hemen arkasındaki barlar ve kafeler ise sezonu bekler gibi sessiz, sakin.
Kıyıda ufak bir yürüyüş yapıyoruz. Yazın gölette gezinti için kullanılan küçük bir kayık, kıyıya bağlanmış bekliyor. Biz ise bu güzelliği doya doya fotoğraflıyoruz. Telefonlarımız elimizden hiç düşmüyor. Bir yandan şelaleden rüzgarla yüzümüze çarpan su damlacıkları, bir yandan da başımızdan eksik olmayan yağmur… Bu romantik anı doyasıya yaşamak ve hissetmek adına kendimizi şanslı hissediyoruz. Bunun bir rüya olmadığını yüzümüze vuran su damlacıkları her defasında hatırlatıyor.
Bosna’ya Dönüş
Yaklaşık 12 saat süren Hersek turumuz, doğal güzellikleri, tarihi dokusu ve huzur veren atmosferiyle bize unutulmaz bir gün yaşattı. Son durağımız Kravica Şelalesi’nde geçirdiğimiz keyifli vakitten sonra Saraybosna’ya dönmek üzere yola koyuluyoruz.
Önümüzde yaklaşık 3 saatlik bir yol var. Üzerimizde ise, gezi notlarımıza böylesine harika bir turu daha eklemiş olmanın mutluluğu... Eğer yolunuz Bosna-Hersek’e düşerse, Hersek turuna mutlaka katılmanızı öneririz. Konjic'ten Mostar’a, Blagaj’dan Poçitel ve Kravica’ya uzanan bu rota, ülkenin hem tarihine hem de doğasına dokunabileceğiniz benzersiz bir deneyim sunuyor.
Yugonostaljisi, eski Yugoslavya'nın geçmişine duyulan
özlemi anlatan bir kavram. Hem kültürel hem de psikolojik bir yönü var:
Balkanlar’da yaşayan halklar için barış, birlik ve kültürel çeşitliliği
simgeliyor. Aynı zamanda eski pop kültürü ve tüketim alışkanlıklarının da bir
hatırlatıcısı. Benim içinse Yugoslavya; kültürel çoğulculuğu, eski konumu ve
saygınlığıyla her zaman bir sempati uyandırdı. Bu sempatinin etkisiyle de iki
yıl önce başladığımız Balkanlar turunun eksik kalan halkalarından biri olan Bosna-Hersek’i
geçtiğimiz haftalarda keşfetme fırsatımız oldu. Bosna-Hersek, savaşların acı
izlerini taşısa da etnik ve kültürel çeşitliliğini hala muhafaza etmeye
çalışıyor. Bu yönüyle Yugoslavya'nın küçük bir minyatürü gibi görünen Başkent
Saraybosna ise geçmişin yıkıcı izlerine rağmen, misafirlerini sıcak bir
gülümseme ile karşılıyor. Bosna-Hersek'e gitmeden önce Tanıl Bora'nın “Yeni
Dünya Düzeni’nin Av Sahası - Bosna-Hersek” adlı kitabını okumuştum. Bu
kitap yolculuğumuza adeta bir arka plan müziği gibi eşlik etti.
Bosna-Hersek, bugün dahi Balkan Haritası üzerinde adeta bir yara bandı gibi
duruyor. Ve geçmişin savaş izlerini taşısa da aynı zamanda modern çağı
yakalamaya ve barışa sımsıkı tutunmaya çalışan bu küçük ülke günümüzde de
boğuştuğu tüm siyasi krizlere rağmen inadına yaşamaya devam ediyor.
Gökyüzündeyiz. Hafif bir türbülans uçağı sarsarken,
elimdeki kitaba ara veriyor ve pencereden dışarı bakıyorum. Yüzlerce metre
aşağıdakilerin tüm iyi dilekleri sanki bembeyaz bulut kümeleri gibi
sıralanmış bekliyor; sonsuz maviliğin içinde tüm umutlar süzülüyor. Uçağın
kanadına usulca bir dilek de ben konduruyorum: Yeni rotalar bizi
bulsun...Kaptan pilot anons geçiyor: "Saraybosna için inişe geçtik.
Güneşli bir pazar günü bizi bekliyor." İçimiz kıpır kıpır, yüzümüzde
istemsiz bir tebessüm. Çünkü uzun zamandır beklediğimiz Bosna-Hersek gezimiz
artık başlıyor.
Saraybosna’ya İlk Bakış: Bir Yaranın İçinden Hayat
Fışkırıyor
İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan kalkan
uçağımız, yaklaşık bir buçuk saatlik bir uçuşun ardından, kırmızı kiremitli
üçgen çatılar arasında süzülen yeşil bir coğrafyaya iniş yapıyor. Saraybosna
Havalimanı’ndayız. Pasaport kontrolü sırasında gözüm devasa bir Saraybosna
fotoğrafına takılıyor. 90’lı yıllarda bombalar altında izlediğimiz o beton
bloklar şimdi koca bir fotoğraf karesinde bize bakıyor. “Ben çocukken Bosna
Savaşını televizyonda izledim” diyorum içimden; “Keşke izlediğim son savaş bu
olsaydı…”
Bosna-Hersek bugün yaklaşık 3,3 milyon nüfuslu,
Boşnak, Hırvat ve Sırplardan oluşan çok-etnili bir ülke. Her köşesinde bir
kültürün, bir hatıranın, bir travmanın izi var. Bu çeşitliliği idare edebilmek
adına ülke; Bosna-Hersek Federasyonu, Sırp Cumhuriyeti (Republika Srpska) ve
özerk Brçko Bölgesi olarak üçe ayrılmış. Karmaşık ama bir o kadar da gerçek...
Başçarşı’ya Doğru: Şehrin Nabzı Burada Atıyor
Havalimanı çıkışından yürüyerek ulaştığımız otobüs
durağında, 200E numaralı otobüsle şehrin kalbi sayılan Başçarşı'ya doğru
yola koyuluyoruz. Şoförümüz gülümseyerek "Hoşgeldiniz!" diyor, "İki
kişi 10 Mark" (210 TL).
Bosna-Hersek'in para birimi Bosna Konvertibıl Markı.
Kısaltması KM şeklinde. Mart 2025 itibarıyla 1 KM yaklaşık 21 TL ediyor.
Otobüs camından bakarken savaşın izleri kendini
gösteriyor. Kurşun delikleriyle dolu binalar gözümüze çarpıyor ve şehir parkı
sandığımız yerlerin aslında mezarlık olduğunu fark ediyoruz. Saraybosna, savaşı
unutmamak üzerine kurulu bir şehir. Mezarlıkları park, parkları mezarlık olan
bir kent… Gri bir atmosfer, kurşun gibi ağır bir hava... Ama her şeye rağmen
şehir, sizi sıcak bir kucaklama ile karşılıyor.
Saraybosna’nın Tarih ve Hafıza Durakları
Aslında bu durakların her biri uzun uzadıya ayrı
başlıklarla anlatılmayı hak ediyor. Bu yazıyı istesem de kısa tutamayacağım o
yüzden hem yazarken benim için hem de okurken siz değerli okuyucular için biraz
sabır gerektiriyor. O kadar çok detay var ki... Burada görmek istediğimiz
her yer, adeta geçmişin izlerini bugüne taşıyan birer zaman tüneli gibi.
Saraybosna’nın tarih ve hafıza durakları, sadece taş binalar ya da müzelerden
ibaret değil; aynı zamanda yaşanmışlıkların, acıların, umutların ve direnişin
sembolleri...
Başçarşı
Gezimizin başlangıç noktası olan Osmanlı döneminden
kalma bu tarihi çarşı, Saraybosna’nın kalbi desek yanlış olmaz sanırım. Dar
sokaklarında yürürken kendinizi Anadolu'daki eski bir kentin içindeymişsiniz
gibi hissediyorsunuz. Bakırcılar, seyyar kahveciler, camiler ve hanlar geçmişi
bugüne taşıyor.
Sebil & Gazi Hüsrev Bey Camii & İki Çeşme
Başçarşı'nın merkezindeki Sebil, şehrin simgesi.
Güvercinler arasında ve fotoğraf çektiren turistlerle çevrili. Sebil ve
arkasındaki tepelere doğru yayılan evlerin bulunduğu manzara sizi tıpkı Bursa'ya
gelmişsiniz gibi hissettiriyor. Bu benzerlikleri ve kıyaslamaları şehrin bu
kısmını gezerken ister istemez yapıyorsunuz. Hem biraz bize benziyor hem de
bizden oldukça farklılar dediğiniz bir mekansal algı her adımınızda peşinizden
geliyor.
Sebil'in hemen yakınındaki Gazi Hüsrev Bey Camii, zarif Osmanlı
mimarisinin en güzel örneklerinden. Ramazan ayında ziyaret ettiğimizden dolayı
caminin avlusu ve şadırvanın etrafı hem ibadet için gelenler hem de meraklı
turistlerin oluşturduğu hareketlilikle capcanlı bir görünüm sergiliyor.
Gazi Hüsrev Bey Camii'nin bahçe duvarında bulunan iki çeşmenin nesilden nesile aktarılan hikayesi buraya gelir gelmez bizim de kulağımıza çalındı. Rivayete göre sağdaki çeşmeden su içerseniz Bosnalı biriyle evleneceğiniz; soldaki çeşmeden su içerseniz ise Bosna'ya bir kez daha geleceğiniz söyleniyor. Evlilik konusunu zaten çözmüştük ama sanırım soldaki çeşmeden suyu fazla içtik ki dönüş uçağımız iki kez iptal edildi ve Saraybosna'nın bir başka semtinde ekstra 3 gün daha geçirmiş olduk.:) Her ne kadar bir aksilik gibi gözükse de bu durum bizim için tatlı bir anıya dönüştü.
Saat Kulesi
Saraybosna’nın kalbinde, zamanın ay ışığında aktığı
bir kule yükseliyor: Sahat Kula. Bu tarihi saat kulesi, sadece dakikaları
değil, yüzyılların tanıklığını da taşıyor. Özellikle ay saatine göre
çalışması, onu İslam dünyasında oldukça nadir ve kıymetli bir yapı haline
getiriyor. Başçarşı’nın dar sokaklarında gezinirken ansızın başınızı
kaldırdığınızda, size geçmişten içinde bulunduğunuz zamana doğru yükselen bir tebessüm
sunuyor.
Saraybosna’nın Hanlarında Bir Mola
Saraybosna’da tarihin taş duvarlara kazındığı iki
önemli yapı var: Taşlıhan ve Moricahan. Her biri Osmanlı’nın bu topraklardaki
izlerini bugüne taşıyan sessiz tanıklar gibi. Renove edilmiş haliyle Taşlıhan,
hediyelik eşyaların, el işi ürünlerin ve zarif sarraf dükkânlarının sıralandığı
canlı bir pasaj. Bir zamanlar kervanların konakladığı bu alan, şimdi bizim gibi
gezginlerin uğrak noktası.
Başçarşı'nın bir başka köşesinde ise sizi bir başka
tarihi yapı karşılıyor: Moricahan. Avlusunda oturup bir kahve molası verdiğinizde,
yüzyıllar öncesinin seyyahlarıyla aynı gölgede soluklandığınızı
hissediyorsunuz. Burada bir Boşnak kahvesi eşliğinde hangi zamanda olduğunuzu
kısa bir süreliğine de olsa unutabilirsiniz.
Bir Adımda İki Ayrı Dünya
Saraybosna’da öyle bir
nokta var ki, sadece bir adımda çağlar ve coğrafyalar değiştiriyorsunuz.
"Kültürlerin Buluşma Noktası" tam da burası. Bir yönünüzde
Anadolu’nun dokusunu taşıyan Başçarşı, diğer yönünüzde ise Avusturya-Macaristan
zarafetiyle şekillenmiş Ferhadija Caddesi uzanıyor. Başınızı
kaldırdığınızda, batı etkisinin izlerini taşıyan zarif ve estetik binalar
karşılıyor sizi. Bu mimari değişimle birlikte insan siluetleri, ritimler,
yüzlerdeki ifadeler bile değişiyor. Bir anda Avrupa’nın herhangi bir
kentindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz bu caddede. Oysa arkanızda taş
sokaklarında kaybolduğunuz, beş vakitte ezan seslerinin yankılandığı bir doğu masalı
bulunuyor.
Ferhadija Caddesi’ni
Saraybosna’nın İstiklal Caddesi olarak tanımlamak hiç de yanlış olmaz. Zincir
mağazalar, butik dükkanlar, kafe ve restoranlar, ara sokaklarında gizlenmiş
barlar… Burada her adımda Avrupa rüzgarı yüzünüze çarpıyor.
Latin Köprüsü ve Arşidük Franz Ferdinand'ın Suikasti
1914 yılında, Saraybosna'nın merkezine yakın bir
noktada, Latin Köprüsü üzerinde yaşanan bir suikast, dünya tarihinin
akışını değiştirdi. Arşidük Franz Ferdinand, Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’nun veliahtı, eşi Sophie ile birlikte Saraybosna'ya yaptığı
ziyaret sırasında, Gavrilo Princip tarafından burada vuruldu. Bu
suikast, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine neden oldu ve
Avrupa’daki güç dengelerini ve haritalardaki sınır çizgilerini köklü bir şekilde değiştirdi.
Latin Köprüsü, bugün o tarihi olaya tanıklık eden ve
ziyaretçilere dönemin atmosferini sunan önemli bir mekan. Köprünün hemen
yanında, Arşidük Franz Ferdinand ve eşinin öldürüldüğü yerin işaretlendiği
bir anıt bulunuyor.
Bu nokta, turistlerin en çok ziyaret ettiği ve
ilgi gösterdiği yerlerin de başında geliyor. Köprünün altında Saraybosna'yı boydan boya bölen Miljacka Nehri akıyor. Nehrin her iki yakasında sıralanmış binalar ve üzerindeki farklı zamanlarda inşa edilmiş köprüler fotoğraf meraklılarına bolca malzeme sunuyor.
Kutsal Kalp Katedrali
Ferhadija Caddesi boyunca yürürken bir anda karşınıza
çıkıyor Kutsal Kalp Katedrali. Gotik mimarisiyle
dikkat çeken bu yapı, hem aktif bir inanç merkezi hem de şehrin çok kültürlü
dokusunun en güzel örneklerinden biri. Katedralin önünde, turist kafilelerinin
fotoğraf çektirmek için sıraya girdiğine şahit olabilirsiniz. Saraybosna’nın
çan sesleriyle ezan seslerinin birbirine karıştığı ender şehirlerden biri
olduğunu düşündüğünüzde, Kutsal Kalp Katedrali bu armoninin belki de en
sembolik duraklarından biri.
Markale Pazarı: Saraybosna Şehir Pazarı
Saraybosna’ya geldiğinizde mutlaka Gradska Tržnica
Markale’ye yani Şehir Pazarı'na uğramalısınız. Şehrin bu tarihi pazarında kurutulmuş etler, lezzetli
sucuklar, ev yapımı ayvarlar (ajvar), peynir çeşitleri ve taptaze hamur işleri
tezgâhları süslüyor. Satıcıların çoğu size Türkçe “buyurun” diye sesleniyor.
Bir şey satın alıp almamanız burada hiç önemli değil, satıcılar size küçük ikramlarda
bulunuyorlar. Biz de kendimiz ve sevdiklerimiz için kuru et, sucuk ve el yapımı
ayvar aldık. Ayvarı aldığımız yaşlı ve sempatik teyze, bizi sevmiş olacak ki,
“Bu da benden size hediyem olsun,” diyerek bir paket Bosna usulü tarhanayı
poşetimize sıkıştırdı.
Buna benzer küçük jestlerle başka yerlerde de
karşılaştık. Yakın tarihin en şiddetli savaşını yaşamış bu insanların bazen
dalgın ve asık olan yüzlerini görebilirsiniz. Onlarla konuştuğunuzda veya göz göze
geldiğinizde hemen gülümseye ve sizi sıcak bir şekilde karşılamaya
başlıyorlar.
Evet, burada belki fiyatlar turist tarifesi
uygulandığından dolayı bir tık yüksek, ama karşılığında aldığınız tazelik,
temizlik ve insanı gülümseten içtenlik bu farkı fazlasıyla kapatıyor.
Sönmeyen Ateş Anıtı
Ferhadija ile Mareşal
Tito Caddelerinin kesiştiği noktada kalabalığın ve trafiğin ortasında sessizce yanan
bir ateş var. II. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybedenler
anısına yakılan bu ateş, Bosna halkının unutmayacağını ve unutturmayacağını ilan
eden güçlü bir simge. Saraybosna'nın tarihine, direnişine, acılarına ve
umuduna tanıklık eden bu anıt, geçmişin yükünü bugünün hafızasında
taşıyor. Burada birkaç dakikalığına durmak bile insana çok farklı
hissettiriyor. Çünkü bu sadece bir anıt değil, bir şehrin hafızası.
Srebrenitsa Soykırımı Müzesi
Srebrenitsa Soykırımı
Müzesi, kesinlikle bir müzeden fazlası. Saraybosna'ya geldiğinizde bu müzeyi
mutlaka ziyaret etmelisiniz. Burası, geçmişle yüzleşmenin, vicdanla buluşmanın
ve unutmamanın mekanı. Sessiz, sade ama insanın içini delen bir anlatımı var.
Kapısından içeri girdiğinizde zaman yavaşlıyor, gözleriniz duvarlara, objelere
değil, aslında insanlığın en kötü, en sefil, en vahşi ve anlaşılmaz hallerine hayretle bakıyor.
Bu topraklarda yaşanmış
en karanlık dönemlerden birine ışık tutan bu müze, Bosna-Hersek Savaşı’nı,
Srebrenitsa’da yaşanan soykırımı, işlenen savaş suçlarını ve bu acılar
karşısındaki direnişi bölüm bölüm anlatıyor. Sadece Boşnakların değil, savaşın
dışında kalmaya çalışan Sırpların da nasıl bir sabır ve sükunetle hayatta
kaldığını, ayakta durduğunu öğreniyorsunuz.
Müzenin oluşumunda
Türkiye’nin de katkısı çok büyük. Ziyaret etmeyi düşünenler için bir not: Müze
oldukça kapsamlı ve bu yüzden detaylı gezmek için zaman gerektiriyor. Girmeden önce kulaklık istemeyi
unutmayın.
Türkçe seslendirme ile her bölümde anlatılan hikayelere tanıklık
etmek bambaşka bir deneyim. Buradan çıktıktan sonra etkisini üzerinizden
uzun bir süre atamayacağınız bir ruh haline bürünüyorsunuz.
Saraybosna Belediye Binası ve Müze
Saraybosna Belediye Binası ve Müzesi, hem tarihi hem
de kültürel açıdan büyük bir öneme sahip. Saraybosna Belediye Binası, Osmanlı
döneminin sonlarına doğru inşa edilmiş ve şehrin en önemli simgelerinden biri
haline gelmiş. Bu bina, zarif süslemeleri, yüksek kemerleri ve büyüleyici
mimarisiyle dikkat çekiyor. Ancak binanın önemi sadece mimarisiyle sınırlı
değil.
Saraybosna Belediye Binası, şehrin geçmişiyle ilgili önemli
koleksiyonları barındıran bir müzeye de ev sahipliği yapıyor. Müzede
Saraybosna'nın tarihine, kültürüne ve günlük yaşamına dair birçok eser
sergileniyor. Ancak müzenin bazı bölümlerinin boş ve bazı eserlerin de deforme
olması dikkatimizi çekti. Yine de bu müzede şehri farklı yönleriyle keşfetmek
ve Saraybosna’nın tarihindeki önemli dönemeçleri keşfetmek mümkün.
Pencerelerinden Saraybosna manzarasını izlemek ve Meclis salonunun ahşap
parkeleri üzerinde yürürken kendinizi bir barış elçisi gibi düşlemek olukça
keyifli.
Saraybosna’nın Tramvayları
Saraybosna, Avrupa’da ilk elektrikli tramvay seferinin
yapıldığı şehir. 1885’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde başlayan
bu serüven, sadece bir ulaşım aracıyla sınırlı kalmamış; şehrin belleğine,
ritmine ve dokusuna işlemiş.
Öğrencilik yıllarımda Konya’da kampüse gitmek için
kullandığım nostaljik tramvaylarla yıllar sonra Saraybosna sokaklarında yeniden
karşılaşmak, beni bambaşka bir duyguya sürükledi. Kapılarındaki kırmızı ikaz
ışıklarında yazan “Duracak” kelimesi, beni adeta yıllar öncesine ışınladı. Aynı
kelime, aynı yazı tipi ama bambaşka bir şehir, bambaşka bir zaman dilimi…Bu
küçük detay, geçmişten bugüne uzanan görünmez bir köprü gibiydi. Kapılarında
"Duracak" yazsa da zaman hiç durmamıştı aslında. O tramvaylar yol
almış; Balkan dağlarını, Avusturya caddelerini, Osmanlı hanlarını, savaşın
izlerini ve barışın umutlarını aşarak Avrupa gezisine çıkmış gibiydi.
Saraybosna’nın raylarında sadece şehir değil zaman da yol alıyor.
Üç Parmak ve Bir Anı
Her seyahatte mutlaka yaptığım bir alışkanlığım var. Gittiğim şehrin günlük gazetelerini toplamak. Saraybosna’da da aynı merakla bir
büfeye uğradım. Gazeteleri seçtim, kasaya yöneldim. Fiyatı sorduğumda kadın
gülümseyerek "3 mark" dedi. Ben de elimle üç rakamını
gösterdim ama istemeden "Çetnik selamı" olarak bilinen üç parmak
işaretini (baş, işaret ve orta parmak açık) yaptım.
Kadın bir an duraksadı, sonra gülmeye başladı. O an
durumu fark ettim ve hemen özür diledim. O ise bana yine gülümseyerek, bu
sefer orta, yüzük ve serçe parmağını kaldırarak burada "üç"ün nasıl
gösterildiğini nazikçe gösterdi.
Bu küçük an, bana Saraybosna’nın ne kadar
hassas bir şehir olduğunu bir kez daha hatırlattı. Burada basit bir el
hareketi bile geçmişteki acıların tetikleyicisi olabilir. O yüzden bu
coğrafyada gezerken beden dilinize dikkat etmeniz
nezaketli bir tavır olur.
Saraybosna'nın Gülleri
Saraybosna sokaklarında yürürken, kaldırım taşlarının
arasında kırmızıya boyanmış çukurluklar gözünüze çarpıyor. İlk bakışta bir yer
döşemesi süsü gibi ama aslında her biri ağır bir geçmişin izini taşıyor. Bu
çukurlar, savaş sırasında patlayan bombaların ve şarapnel parçalarının
bıraktığı izlerden oluşuyor. Bir sanatçının, bu izleri kan kırmızısıyla
boyamasıyla “Saraybosna’nın Gülleri” olarak adlandırılıyorlar. Bu “güller”, bir
şehri kanatan hatıraların üstünü örtmek yerine, onları görünür kılmayı ve
unutturmamayı amaçlıyor. O kırmızı lekelerin her biri, orada hayatını kaybetmiş
birinin yarasını ve anısını simgeliyor.
Olimpiyatlar ve Savaş
Saraybosna’da dolaşırken kentin kolektif hafızasında
yan yana duran iki büyük olaya sık sık rastlıyorsunuz. Biri, umut ve
gururun sembolü olan 1984 Kış Olimpiyatları, diğeri ise acının
ve direncin izlerini taşıyan 1992-1995 yılları arasında yaşanan Bosna
Savaşı.
1984’te Yugoslavya’nın ev sahipliği yaptığı Saraybosna
Kış Olimpiyatları, bu küçük Balkan şehrinin dünya sahnesine ilk büyük çıkışı
olmuş. O dönemde yapılan spor kompleksleri, olimpiyat köyü ve özellikle de
sevimli maskot Vuçko, bugün bile şehirde sık sık karşınıza çıkıyor.
Hediyelik eşya dükkanlarında, duvar resimlerinde, tişörtlerde…
Şehir, bu
hatırayı canlı tutmaktan gurur duyuyor. Çünkü o olimpiyatlar Saraybosna için
sadece bir spor etkinliği değil, aynı zamanda dünyaya “Biz buradayız” deme
şekliymiş.
Ama ne yazık ki olimpiyatlardan sadece birkaç yıl
sonra şehir, bu kez bambaşka bir nedenle dünya gündeminde yer
aldı: kuşatma, bombalar, katliamlar ve yıkım. Aynı dağlar bu kez
sığınak değil, keskin nişancıların mevzisi oldu.
Meet Bosnia adlı yerel bir tur firmasından satın
aldığımız Eski Yugoslavya şehir turuna çıktığımızda Saraybosna’da gezdiğimiz
her cadde ve sokağın birden fazla anlam taşıdığını öğrendik. Aynı binada olimpiyatlara
dair bir yazı görüp, birkaç adım sonra savaşta yıkılmış duvarların izlerine
rastlayabiliyorsunuz. Bir bloğun girişinde savaş sırasında hayatını kaybeden
çocukların anısına bırakılmış ve bugün bile sürekli yenilenen canlı çiçekleri
görebiliyorsunuz.
İnadına Yaşamak: Saraybosna'nın Direniş Mottosu
Saraybosna sadece bombaların değil, aynı
zamanda hayatın inadına sürdüğü bir yer. 1992-1995 arasında dünya
tarihinin en uzun kuşatmalarından birini yaşarken, bu şehir sadece
direnmedi, yaşamakta ısrar etti.
Savaş devam ederken, şehirde güzellik
yarışmaları düzenlendi. Bu sadece bir yarışma
değildi; ölüme karşı verilen büyük bir meydan okumaydı.
Dünyaca ünlü müzik grupları da bu inadı
destekledi. Iron Maiden, U2 gibi dünyaca ünlü
gruplar Bosna'da yaşananlara dikkat çekmek için kampanyalar yürüttüler,
şarkılar yazdılar, konserler verdiler. Saraybosna’nın sesini dünyaya duyurmaya
çalıştılar.
Kuşatma altındaki şehirde gazetecilerin
konakladığı Holiday Inn Hotel, birçok kez bombalandı. Hatta "Avrupa'nın en
çok bombalanan oteli" şeklinde nitelendirildi. Ama her seferinde bir
şekilde ayakta kaldı. Çünkü orası sadece bir otel değil, gerçeğin dış
dünyaya taşındığı bir kale gibiydi.
Ve bazı yerler... Yalnızca hafıza olarak
kalmıyor, fiziksel olarak da orada duruyor. Bunlardan biri de kötü
şöhretli bu "Sarı Ev". Savaş sırasında kadınlara yönelik sistematik
tecavüzlerin ve işkencelerin yapıldığı bu yapı, bugün camları kırık,
harabe halde olduğu gibi bırakılmış.
Bu şehir, savaşın ortasında bile yaşamak için
direnen insanların hikayesiyle dolu. Saraybosna'da yaşananlar sadece bir tarih değil, bir inadın ve bir direnişin mottosu aslında.
Grbavica adlı Bosna Savaşı'nı konu alan film bekar bir annenin dramını anlatıyor. Grbavica ayrıca Saraybosna'da bir mahallenin ismi ve tam o mahalleden geçerken çektiğimiz bir kare...
Umut Tüneli
Saraybosna 1992-1995 yılları arasında tarihin en uzun
kuşatmalarından birini yaşarken, şehir adeta dış dünyaya kapatılmıştı. Elektrik
yoktu, su yoktu, yiyecek yoktu. Ama en önemlisi, bir çıkış yolu da yoktu. Ta
ki Umut Tüneli kazılana kadar.
Saraybosna Havalimanı’nın altından geçen bu 800
metrelik daracık tünel, kuşatma altındaki halk için yaşamla ölüm arasındaki
çizgiydi. Silah, ilaç, yiyecek, hayvanlar, hatta haberler bu tünel aracılığıyla ulaştı
kuşatma altındaki şehre. Binlerce insan, eğilerek, sürünerek bu karanlık
koridordan geçti.
Tünelin bulunduğu ev, bugün bir müze. Kolar ailesine ait olan ev Umut Tüneli Müzesi adıyla ziyaretçilerini ağırlıyor. İçeri
girdiğinizde savaşın soğuk ve ürkütücü yüzüyle karşılaşıyorsunuz. Daracık geçitte yürürken o dönemin ruhunu hissetmemek bundan etkilenmemek mümkün değil... Tünel, sadece bir
mühendislik harikası değil; aynı zamanda bir halkın iradesi, cesareti ve
umudunun sembolü. Saraybosna'ya geldiğinizde Umut Tüneli'ni görmeden dönmeniz çok büyük bir eksiklik olur. Zira bu kent sadece Başçarşı ve çevresinden ibaret değil.
Tünelin sembol ismi Şida (Kolar) Nine ve Ailesi
Bir, İki, Üç, Dört… Ülke Değiştiriyoruz!
Yukarıda da bahsetmiştim, Meet Bosnia şehir turunda tanıştığımız rehberimiz Ejup
İnsanic sadece bir
rehber değil, bizim için artık gerçek bir arkadaş oldu. Onunla birlikte
çıktığımız Eski Yugoslavya şehir turunda arabayı kullanırken aniden bize döndü ve
gülerek dedi ki:
“Şimdi sekize kadar sayacağım, ülke değiştireceğiz.”
Başladı saymaya: “Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz...”
Ve sonra ekledi: “İşte, Republika Srpska’ya girdik.”
Gerçekten de yolda hiçbir kontrol noktası yoktu ama
bir şeyler değişmişti. Asfalt bir anda dümdüz ve yepyeni hale gelmişti. Ejup
döndü:
“Bakın, asfalt burada böyle. Şimdi tekrar Bosna-Hersek
Federasyonu’na geçeceğiz. Göreceksiniz, yol bozulacak.”
Gerçekten de birkaç yüz metre sonra çukurlar başladı. Gülümsedik, federasyon bizim için kolay anlayabileceğimiz bir idari yapı olmadığından hayretle izledik.
"İşte böyle yaşıyoruz. Aynı ülke içinde defalarca ülke değiştiriyoruz."
Sırp Cumhuriyeti sınırlarında her noktada dalgalanan
bayraklar dikkat çekiciydi. Büyük, gösterişli ve adeta gözünüzün içine sokar gibi.
“Bu tam anlamıyla delilik…” dedim. Ve
sonra bir iki defa daha sınır geçtik, yine aynı döngü...
Bu yolculuk bize, Bosna-Hersek’in siyasi yapısını
kitaplardan ve Google aramalarından çok daha iyi öğretti. Anayasal olarak tek bir ülke ama coğrafi ve duygusal olarak
kaç farklı ülkeyi daha içinde barındırıyor.
Bosna-Hersek Bir Matruşka
Bosna-Hersek’e geldiğinizde haritada tek bir ülke görürsünüz ama gerçekte içinde saklı başka yapılar, başka kimlikler, başka devletçikler var. Tıpkı bir matruşka bebek gibi; kapağını açarsınız bir başka figür çıkar içinden, onu açarsınız bir başkası… Bir ülkenin içinde başka bir ülke, onun içinde başka bir idari yapı, kantonlar, bölgesel yönetimler, her birinin kendi bayrağı, dili, hukuku...
Ejup’un “Sekize kadar sayacağım, ülke değiştireceğiz” sözü işte bu gerçekliği en yalın haliyle anlatıyor. Yol kenarında değişen asfalt, yükselen bayraklar, hatta bazen sadece bir tabela... Her şeyin aynı kalıp hiçbir şeyin aynı olmadığı bir coğrafya.
Bosna-Hersek’te dolaşırken sadece şehir değiştirmiyorsunuz, anlam değiştiriyor, duygu değiştiriyor, bazen de hafıza değiştiriyorsunuz.
Trebević Dağı
Saraybosna’ya yukarıdan bakan, yemyeşil bir doğa ve
tarihle iç içe geçmiş bir dağ: Trebević Dağı. Aracımızdan inip ormanda bir süre yürüyüş yaptıktan sonra karşımıza eski kızak
parkuru ve tabii ki 1984 Kış Olimpiyatları’nın izlerini taşıyan, artık yosun tutmuş beton bloklar ve kıvrımlar çıktı.
Sporcuların kızağa binip hızla ilerlediği o dönemi
hayal etmeye çalışırken o olimpik ruhun ve Yugoslavya'nın eski gücünün hala günümüze dek uzanan etkisini hissettik. Her
viraj, her eğim, bir zamanlar buradan geçmiş olan dünyanın dört bir yanından
gelen sporcuların ayak izlerini ve adrenalin dolu çığlıklarının yankılarını taşıyor.
Ramazan Pidesi ve Taş Fırın
Turumuzun ardından Saraybosna sokaklarında dolaşırken taş fırınlardan
çıkan Ramazan pidelerinin nefis kokusu bizi Türkiye'deymişiz gibi
hissettirdi. Kovaci Şehitliği'ne çıkan yokuştaki taş fırında yapılan pide ve
pizzalar da oldukça meşhur. Sadece tek çeşit pizza yapılıyor. Fırıncının
zevkine güveniyorsunuz. Kuru etli ve kaymaklı bir pizza hazırlamıştı fırıncı
bize ve gerçekten çok lezzetliydi. Şehitliğin önündeki parktaki bir banka
oturup orada yaşayan çoğu kişinin yaptığı gibi biz de bu nefis pizzamızla iftara hazırlandık.
Sarı Tabya Tepesi
Günün son durağı Sarı Tabya Tepesi. Malum Ramazan ayındayız. İftar vaktine saniyeler kala top atılıyor ve bir anda Saraybosna’nın her köşesinden top sesi yankılanıyor. Sarı Tabya’dan şehri izlerken bir ışık denizine bakar gibiyiz. Bu tepeden Saraybosna bir masal gibi duruyor.
Aliya’nın Şehri
Günün sonunda Bosna’nın Bilge
Lideri Aliya İzzetbegoviç’in mezarının başında duruyoruz. Mezar taşlarının
bembeyazlığı, ardında uzanan Saraybosna’nın yumuşak sarı ışıklarıyla iç içe
geçiyor. Etrafta sessizlik hakim. Rüzgarın taşıdığı dua fısıltıları
kulaklarımızda uğulduyor. Burada zaman bir müddet donmuş gibi hissediyoruz. Karanlıkta
mezarlıklar arasındaki taşlara basa basa yürümek doğrusu bizi biraz ürpertiyor.
Yeme- İçme Durakları
Cevapi (Ćevapi)
Saraybosna’nın simgesi haline gelmiş minik köfteler.
Genellikle somun ekmeği içinde, yanında doğranmış soğan ve kaymakla servis
ediliyor.
Önerilerimiz:
Željo 1 &
Željo 2 (Başçarşı’da çok popüler bir mekan ve o yüzden çok kalabalık:)
Ćevabdžinica
Nune 1966 (Ferhadlija Caddesi'nde. Bize göre en lezzetli cevapi burada.)
Burek
İnce yufkalarla yapılan, etli, peynirli, patatesli ya
da ıspanaklı versiyonları olan Boşnak böreği. Yanında dilerseniz yöreye has
yoğurtla birlikte sunuluyor.
Önerilerimiz:
Buregdžinica
Bosna (Başçarşı’da, en meşhurlarından biri)
Sač
Buregdžinica (Burada çay servisi de bulunuyor.)
Fırın
Pekara Imaret: Hersek turuna çıkmadan önce sabah erken saatte bu fırından aldığımız hamur işi yiyeceklerle ayak üstü kahvaltı yaptık. Ürünleri gerçekten çok taze ve lezzetli. Buraya gelirseniz bu fırına mutlaka uğrayın. Özellikle 'kifla'yı denemelisiniz.
Begova Čorba – Beg çorbası
Tavuk ve bamya ile yapılan, Osmanlı mutfağından miras
kalmış, yoğun kıvamlı ve lezzetli bir çorba. Tatmanızı öneririz.
Tatlılar
Hurmašica: Şerbetli
bir tatlı, irmikli dokusuyla farklı.
Tufahija: Cevizli,
şerbetli elma tatlısı.
Ruzica Tatlısı: Bol cevizli, şerbetli ve gül şeklindeki Boşnak tatlısı. Tadı oldukça güzeldi. :)
İçecekler
Boşnak (Bosna) Kahvesi
Türk kahvesine çok benziyor ama sunumuyla ve içme
şekliyle farklı bir keyif sunuyor. Yanında lokumla ve küçük bakır cezve içinde
servis ediliyor. Toz halinde paketlenmiş şekilde çarşıda ve marketlerde de bulabilirsiniz.